1958 yılında Namık Kemal Lisesi’ni bitirip Ankara’da Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne başladığımda, 1922’de kazanılan Büyük Zafer ve İzmir’in kurtuluşunun üzerinden 36 yıl geçmiş; Büyük Zafer’den yalnızca iki yıl sonra, Lozan’la kazanılmış olan askeri zafer uluslararası topluma da kabul ettirilmişti.   
Birkaç gün önce 20 Temmuz (1974) kutlandı. Ne yazık ki Kurtuluş Savaşı sonuçlarının Lozan’da tescil edilmesine benzer bir tescil olayı 20 Temmuz için gerçekleşmedi.  20 Temmuz 1974’ten de epeyce önce 1968’de başlayan ve 20 Temmuz 1974’ten sonra “iki eşite dayalı federal yapı”  arayışlarına dönüşen Kıbrıs müzakereleri Crant Montana’da çöktü ama bugün “geberilmişi 
canlandırma”ya benzer bir çabayla yeniden o “gayya kuyusu”na 
dönmenin antremanı yapılıyor. 
Hem de 20 Temmuz gerçeğinin uluslararası dayanağı olan “Türk garantisi ve müdahale hakkı”nın, “sürdürülebilir olmadığını” içeren, BM Genel Sekreteri Gutteres’in bana göre çizmeyi aşarak ortaya koyduğu ve onun adını taşıyan belgenin esas alınacağı bir müzakere süreci söz konusu iken!
Benim bunu anlamam mümkün değil! Ne kadar uğraşsam havsalam bunu almıyor.
Tabii havsalamın almadığı başka bir şey de var: “Crant Montana’da Türk tarafının garantiler ve müdahale hakkı konusundaki abartılı ve o oranda düşündürücü ve korkutucu esnekliği!” Ki büyük olasılıkla Gutteres’i çizmeyi aşma konusunda yüreklendiren, Türk tarafının bu abartılı esnekliği oldu.
     
20 TEMMUZ GERÇEĞİ
Yukarıda “20 Temmuz gerçeği”nden söz ettim. Nedir bu 20 Temmuz gerçeği?
Bu sayfada geçmişte de birçok kez bu gerçeği değişik biçimlerde dile getirdim. Yeniden belirteyim: 20 Temmuz 1974 olmasaydı, bugün Kıbrıs Türk Halkı/Toplumu diye bir şey kesinlikle olmayacaktı. 
Tabii ki 20 Temmuz 1974, Kıbrıs Türk Halkı’nın varlığını sürdürebilmesinin tek etkeni değil! Eğer Kıbrıs Türk Halkı, Anavatanı Türkiye’nin desteği ile gerçek anlamda ve efsanevi denebilecek bir direnişle ayakta kalmasaydı, 20 Temmuz zaten olmazdı, olsa bile işe yaramazdı.
Yani bu adada bir Kıbrıs Türk Halkı varsa, bunun yalnızca iki etmeni vardır:
1)Kıbrıs Türkleri direnebildi. 
2)Türkiye garantör olarak var olan müdahale hakkını 20 Temmuz 1974’te kullanabildi.
Gerisi fasa fisodur, laf-ı güzaftır, ideolojik saplantıdır. Bunun hamasetle de ilgisi yoktur. Bu, “çıplak kıral” kadar çıplak bir gerçektir.  
Bundan dolayıdır ki, ortak bir 
federal yapının ilk olmazsa olmazı garanti sistemi ve müdahale hakkının güçlü ve fiili bir biçimde sürmesi olup bu, bir federal yapı için gerekenlerin tümüne bedeldir. Eğer siz Kıbrıs Türk Halkı’nın güvenliğini sağlama bağlamazsanız, gerisinin anlamı kalmaz ki!
Bundan dolayıdır ki içeriğinde garanti sisteminin “sürdürülebilir” olmadığı saptamasının olduğu yeni bir müzakere süreci; “geberilmişliği,” “gayya kuyusu” ve Türk tarafı için “yalancı meme” olması bir yana, bana kabul edilmezdir.

20 TEMMUZ 2018’DE DURUM
20 Temmuz 1974’ten 44 yıl sonra, 20 Temmuz 2018’de,  elbette ki çok şey değişti. 
Her şey den önce Kıbrıs Türkleri’nin saldırıya uğramak, yok edilmek gibi kaygıları ve “dış güvenlik sorunu” yok!
Mükemmel olmasa da, onlarca seçim yaparak, iyi bir demokratik deneyim kazandık ve siyasal partileri, sivil toplum örgütleri, medya kuruluşlarıyla çoğulcu bir yapıya geçtik. 
“Devlet deneyimi” kazandık.  
Uygulamalarından memnun olmasak, yeri geldiğinde yerden yere vursak da, bir devletimiz var. 
1974 öncesinde bir ekonomimiz yoktu denebilir. 
Büyük sorunlar olmasına karşın artık bir ekonomimiz var. 
Eksik aksak olsa da altyapı konusunda epeyce yol kat edildi.

…………………..............................

Bu listeyi uzatabiliriz ama benim amacım “güzelleme” yapmak ya da övgü düzmek değil! 
Hele hele, halkımızın değişik kesimleri, “maalesef” ve “maatteessüf” memnuniyetsizlik ve mutsuzluklarını her vesileyle dile getirirken! 
Üstelik memnuniyetsizlik ve mutsuzluk yanında, Kıbrıs Türk Halkı’ndaki varoluş kaygısı yaygındır ve değişik nedenlere dayandırmaktadır: 
-Bir yanda bağnaz ve maksimalist güney komşumuzun bize egemen olabileceği kaygısı var.
-Diğer yanda siyasal, sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel uygulamaların bizi yok oluşa götürmekte olduğu kaygısı daha baskındır.
-Çok dillendirilmese bile “Ankara’nın bizi gözden çıkarabileceği,” hatta “satabileceği” kaygısını, yani “1878 ve Lozan sendromları”nı yaşayanlar da vardır.

SON OLARAK
Dile getirilen kaygılarla memnuniyetsizlik ve mutsuzluğun nedeni ya da nedenleri var elbette! Kaygıların nedeni ve kökeni değişik bir konudur ama bana göre, memnuniyetsizlik ve mutsuzluğun önde gelen temel nedeni ve bu durumun müsebbibi, bu ülkenin siyaset kurumudur. Çünkü siyaset “sorun çözme sanatı” olup sorunları çözmesi gereken siyaset kurumudur. Ve çünkü siyasette başarısızlığı örtecek mazeret olamaz.
Ne yazık ki bizim siyaset kurumumuz sorun çözmediği gibi yeni sorunlar yaratıyor ve kendisi de başlı başına bir sorun! 1974 sonrasında başlayan çoğulcu demokratik yapımız içinde, “siyaset”in en başarısız kurum olup sınıfta kaldığını düşünmekteyim. Siyaset kurumunun tüm anketlerde güvenilmeyen kurumların başında gelmesinin nedeni de budur. 
Elbette ki siyaset kurumunu işaret ederken kastım bugünkü dörtlü ortaklık hükümeti değil, bir bütün olarak siyaset kurumudur. 
Siyasetimizin temel hastalıklarından biri sorunların kaynağını Kıbrıs Sorunu’na bağlamak ve çözüm olmazsa sorunların çözülmeyeceğini varsayarak politika yapmaktır. Varolan dörtlü ortaklık hükümetinin bu varsayımı bir yana bırakarak köklü çözümler üretme kararlılığını göstermesi memnuniyet vericidir. Umarım ki içeriğinde garanti sisteminin “sürdürülebilir” olmadığı saptamasının olduğu; “geberilmişliği,” “gayya kuyusu” ve Türk tarafı için “yalancı meme” nitelikli olası yeni bir müzakere süreci; dörtlü ortaklık hükümetinin sorunların üstüne gitme niyetinin önüne geçmez. 
Ve tabii ki dörtlü ortaklık hükümetinin primi, sonsuz değildir.