Her Aralık ayı geldiğinde hep aklıma o meş’um gece gelir.  O meş’um gece dediğim şey, 21 Aralık 1963 olaylarının başlangıcı ve geldiğimiz o uzun yol...
    Zaman zaman belgesel çalışmalarıma başladığımda, bir karıncanın toprağı eşelemesi gibi didik didik edesim gelir bütün tarih.  Neler neler yaşamışız?  Ne acılar çekmişiz?  Nasıl idari, ekonomik, kültürel ve sosyal yönden gelişmişiz?
    Şehitler Haftası’na gidiğimiz şu anda tümden bunlar geçiyor aklımdan.  Tarihi kaşırken, ve bu elli üç yıllık hayatımızın analizini yaparken, ve şu Kıbrıs sorununun çözümsüzlüğüne, bunun yanında Rumların uzlaşmazlığına tanık olurken, bir de şunlar geçiyor aklımdan:
    “Allah razı olsun Rumlardan ki, bu elli dört yıllık hayatımızda ve süreçte, tek bir önerimize ‘evet’ demediler de, kendi devletimizi, kendi Cumhuriyetimizi, kendi hayatımızı ve geleceğimizi kurmuşuz.”
    Rum toplumu liderlerinden ve ikili görüşmecilerinden Glafkos Kleridis’in bir itirafı vardır.
    “Keşke Birinci Harekattan sonraki teklifleri kabul etseydim.”
    Evet maalesef Rumlar bugüne kadar hep “Keşke” kelimeciklerinin arkasındaki pişmanlıkları ile yaşadılar ama inatlarından da vaz geçmediler.
    21 Aralık 1963’le başlayan silahlı çatışmalar bizi nerelere kadar getirmiş, yeni nesil bunları biliyor ve idrak edebiliyor mu? 
    Çoğu insan bilmez rahmetlik Dr. Fazıl Küçük’ün kendi Cumhurbaşkan Muavinliği Dairesi ve makam binasının Ledra Palace Oteli arkasında olduğunu.  1960 Kıbrıs Cumhuriyeti kurulduğunda, Makarios’un hem ikametgâhı, hem de çalışma yeri eski Vali Konağı olmuştu.  Dr. Küçük’ün ise, ikametgahı şimdiki Cumhurbaşkanlığı binası, makam ve çalışma mekanı da sözünü ettiğim Ledra Palace Otel arkasındaki eski İngiliz Komiseri’nin ikametgâhıydı.
    1963 olayları başlayınca kentler ikiye bölünmüştü.  Lefkoşa’da dikenli teller gerilirken, o tellerin artık dönülmezliğin belgeleri olduğunu hiç düşünemedik.  Lakin Kumsal baskını yapılınca, Dr. Binbaşı Nihat İlhan’ın eşi ve çocukları banyo küvetinde EOKA’cılar tarafından katledilince, artık dönülmez bir yolda olduğumuzu anlamıştık.  Her taraftan hem silah sesleri, hem de her taraf kan kokusu geliyordu.  Rumlar çılgınlar gibi Türkleri öldürüyor, Küçükkaymaklı’yı cayır cayır yakıyor, binlerce Türkün göçmen olmasına neden oluyorlardı.
    Sokaklardan alınıp götürülen ve hala, elli üç yıl sonra topraktan kemik olarak bize dönen o zavallı kardeşlerimiz, onların aileleri ve çocuklarının çektiği baba özlemleri unutulabilir mi?
    Zaman zaman yaşadıklarımıza vurgu yapınca bazı “barış havarileri” söylenmeye başlarlar.
    “İşte statükocu yazarın sabit fikirli ifadeleri” derler.
    Gerçekte bu yorumu yapanlar veya bu fikri kafasından geçirenler, Kıbrıs gerçeklerini tam olarak görememiş, karşısındaki düşmanın ne kadar acımasız olduğunu anlayamamış yeni neslin insanlarıdırlar.  Demek bir yerde bir eksiklik vardır.  Onlara gerçekten yaşananlar tam olarak anlatılamamış.
    Burada bir soluklanmak lazım...
    “Kesinlikle statükocu diye vasıflandırılan insanlar, Kıbrıs sorununun çözümsüzlüğünü değil, bilakis çözümünü isteyen insanlardır.  Lâkin onurlu ve kendi kurduğu devletini harcatmadan, iki bölge ve iki devet esasına, Türkiye’nin etkin garantisine dayalı bir çözümü isteyen insanlardır” diyorum.  Kıbrıs sorunun çözümlenmesini kim istemez ki?
    Bakınız ilk silahlar patladığında bir Genel Komite kurulmuştu.  O Genel Komite, Kıbrıs Türkü’nün ilk idari yapılanmasının çekirdeğiydi.Ve o komitenin çalışma mekanı, şimdiki Cumhurbaşkanlığı sarayıydı.
    Bugüne kadar gelmiş olduğumuz o uzun hayatın motiflerinde gelmiş geçmiş Cumhurbaşkanları ile sarayda yaptığımız toplantılarda o binaya girişimde, sanki tarihi ve o acı günleri yaşar gibi hissederim kendimi nedense, anılarla buluşunca.  O bir histen öte, tarihi yaşamak gibidir benim için. O binada yaşananları ve o binanın bütün taşlarını yeniden görünce nedense hep o acı hatıralar gelir gözlerimin önüne.  Sarayın avlusuna doluşan yüzlerce esirimiz, binlerce göçmenimiz, ağlayan anlar, babasız çocuklar ve açlıkla sefalet arasına sıkışmış zavallılar...
    Bir düşünün... Kendi şehidimizi dahi gömecek yer bulamamıştık o acı günlerde.  Ve Halkın Sesi Gazetesi arkasındaki mekanı, şehitlik yapmıştık.  İşte o şehitliği diyorum, kaç gencimiz ziyaret etti?  Kaçımız o şehitlikte gömülü kahramanlarımızın mezar taşlarına dokundu? 
    Yani 54 yıllık bir tarihin motiflerini yazmak geçti içimden, bugünkü köşe yazımda.  Biz yazalım, gençler ve yeni nesiller okusunlar diye.
    O bakımdan bize bir 54 yıl daha bahşetseler, Rumların değişmezliği ile o uzun yolu da katedebiliriz herhalde.  Yani çözümsüz bir Kıbrısla...
    O halde, şu anda Cenevrede yapılmakta olan görüşmelerden pek birşey çıkacağı yok.  Göreceksiniz...  Fakat üzerimize büyük bir oyun oynanıyor dış güçler tarafından.  Önemli olan garantörlük meselesinde sağlam durmaktır. Bir de kendi kurduğumuz devletimizin, sapasağlam dimdik ayakta kalmasını sağlamak.
    İnanın bizi kurtaracak olan şey, Anavatan Türkiye’nin garantörlüğüne, kendi bayrağımıza ve kendi devletimize dört elle sarılmaktır.
    Göreceksiniz... Cenevre görüşmeleri sonuçsuz kalacak ve herkes de kendi yoluna gidecek.  Nitekim Cumhurbaşkanı Sayın Mustafa Akıncı’nın karşı tarafa vermiş olduğu mesaj, doğru mesajdır. Ne demişti Akıncı?
    “Cenevre görüşmeleri son şanstır.”
    Biz de aynı görüşü paylaşıyoruz.  Paylaşıyoruz da nedense yaşadığımız acılara ve karşımızdaki hasımlarımıza bakarak pek de umutlu olamıyoruz.
    Haydi başka birşeyler yazmayım bu kritik günlerde, sırf şu “barış havarileri yine bana statükocu” demesinler diye.
    Yani 54 yıl öncesinin ve sonrasının muhasebesini yaparak...