Koronavirüs ve başka hastalık veya rahatsızlık nedeniyle yurt dışında hayatını kaybeden altı kardeşimizin tabutları ve yakınlarının yaşadıkları, gerçekten acı vericiydi.  Nerdeyse bir aya yakın Londra morgunda kalan bu insanların naaşlarının KKTC’ye getirilmesi hiç de kolay olmamıştı.

Normal bir hayatın akışı içinde yakınları ile sıkı temas halinde olan ve birden ölüm haberleri gelen o insanların ölüm şekilleri bayağı düşündürücüdür.  Ada dışından gelen altı tabuttaki cesetlerin tümü de koronavirüsten ölmemişler.  Bunların kimisi kalpten, kimisi de kanserden ölmüşler.  Ama neticede cesetleri orada kalmış.

Onların cenazelerini Kıbrıs’a getiren diğer yakınlarının garantinaya alınmaları da ayrı bir acı.  Ölen yakınlarının cenaze törenine katılamamanın ve 14 günlük garantinaya alınmalarının onların psikolojilerinde açılan derin yaranın izleri öyle kolay kolay silinemez bence.

Sadece cenazelerini Kıbrıs’a getirenlerin yüreklerindeki acı  değil, Kıbrıs’taki yakınları bile virüsten ötürü o cenaze törenine katılamayanların yüreklerinde bile acılar kalmıştır..

Ada dışından gelen tanıdık veya yakınların cenazeleri bir yana, Kıbrıs’ta hayatını kaybeden insanların cenazelerine bile insanlar gidemedikleri bir gerçek.  Bu da ayrı bir acıdır.

Bundan bir süre önce kaleme aldığım yazımda, İngiltere’de 65 yaş üzerindeki insanların ölüme terkedildiklerini yazmıştım.  Kim bilir daha nice kimsesiz veya iletişimsiz insan hayatını kaybetmiş ve morgta gömülmeyi bekliyor.

Ada dışından gelen iki kardeşin dramı gerçekten üzüntü vericidir.   Kıbrıs’ta yaşayan o iki kardeşin abileri şu sözlerle getirdi duygularını, acı içinde.

 “İki kardeşimi toprağa verdim, tek kalan kardeşime sarılamadım.”

Uzun zamandan beri göremediği kardeşlerinin cansız bedenleri ile karşılaşan ağabey Erol Yılmaz,  cenazeleri Kıbrıs’a getiren diğer kardeşlerinin garantinaya alınması için de o ifadeyi kullanıyor.

 “Tek kardeşime sarılamadım” diyor.

Esasında acı da olsa, şu koronaviürs belası döneminde yaşanan acı olaylar, pek çok romana, pek çok filme konu olmaya başladı bile.  Nerdeyse bazı film yapımcıları için bulunmaz bir nimettir bu dönemde yaşanan dramatik olaylar.

Tıpkı İkinci Dünya Savaşı’nda birbirini kaybeden iki küçük kızkardeşin, 75 yaşına gelince birbirinin izlerini buluşu ve o acıları, hatta geldikleri o uzun ve unutulmaz zor günleri, asla insanlık adına kabul edilir birşey  değildir.

Mesela aids vakaları yaşanmaya başlayınca bir film çekilmişti.  Evin kadınının aidsli bir yabancı ile yatması sonucunda mikrobu eşine bulaştırınca yaşanan dramatik olaylar ve kabul edilmez ihanetler gözler önüne seriliyordu.

Şayet işin ayrıntısına inilirse, ki filmciler ineceklerdir diye düşünüyorum,  virüse yakalanan bir kişinin ölene kadar geçirdikleri evreler ve yaşamla mücadeleleri, bunun yanında anılarında kalan geçmişi ve hayalleri ile idealleri hep anlatılabilecek gerçeklerdir.

Kimin hayalleri yok ki...

Özellikle ölümle randevulaşan insanların son nefeslerinde söyledikleri sözler ve adeta bir romana sığamıyacak kadar derin ifadeler, hakikaten acı ve üzüntü vericidir.

Belki son nefesinde affetmediği insanı affeder bir hasta.  Belki eşine itirafta bulunur virüslü bir adam.  “Seni en yakın arkadaşınla aldattım” der ve eşinden özür diler.

Arkada kalan eş onu affeder mi?  Afetmez ama onu Allah’a havale eder.

Belki bir çocuğun geldiği o ömür yolunda anne baba bildiği insanların itiraflarına muhatap olur.  “Biz senin gerçek anne baban değiliz” derler ve bir gün sonra da ölebilirler.  O itirafın gerisinde kalan o karanlık geçmiş veya bilinmeyen o gerçek, o çocuğun veya yetişmiş çağa gelmiş besleme bir insanın kafsında şekillenen soru, “Benim gerçek anne babam kimlerdir” karmaşası içinde içine düşeceği o bunalım girdabı...

Kim bilir daha ne kadar acı olaylarla karşılaşacağız şu koronavirüs dönemlerinde.

Unutmamak lazım...  Her ne olursa olsun hayat güzeldir ve devam etmektedir...