Ulu Önder Atatürk’ü okumak, onun yarattığı Türkiye’nin üzerindeki “Atatürk motiflerini” görmek ve çağdaşlıkla geri kalmışlığı kıyaslamak için, ille de 29 Ekim’i veya 10 Kasım’ı beklemeye gerek yok.  Onu her zaman, hayatımızın örgüsüne kattık mı, gelecek nesiller de bizim o örgümüzden daha fazla “Atatürk” rüzgarları alır, özünde yozlaşma baş gösteren dürtüleri fırlatıp atar.
    Minicikti parmaklarımız ilk kez alfabenin sayfalarını çevirdiğimizde.   Alfabenin üstünde, Atatürk’in karatahta önünde harf devrimini anlatan bir resmi vardı.  O ilk alfabeyi gördüğüm zamanın üzerinden ne kadar yıl geçti, hala daha o anı ve o duyguları unutamadım.
Hocamız bize Atatürk’ü anlattığında, onun Anadolu çıkarması ile oluşan orduların bir çığ gibi büyümesini can kulağı ile dinler, ağzımız açık kalırdı. Atatürkçülük kavramlarını ve Atatürk heyecanlarını ondinler, heyecanlanırdık.    Bizler, yani bizim cenerasyonlar Kıbrıs Türkünün o fesli halini pek yetişmedi.  “Yetişmedik” demekle biraz da haksızlık etmiş oluruz tarihe.  Anaokulu’ndan, ilkokul sonlu yıllarımıza kadar geçen zaman içinde, bandabuliya dediğimiz halin köşesinde, bucağında yumurta satan bir kaç adamcağız vardı.  Zaman içinde o fesli insanlar da kayboldu.
Şu anda kim olduğunu veya neyin nesi olduğunu pek bilmediğim birisi vardı bizim mahallede köşkte oturan.  Uzun boylu, iyi giyimli bir aile evladı olduğu belliydi.  İşte onun fesli hali bir hayal gibi kaldı usumda.  Sonra o adamı fört şapka giyerken görmüştüm.  Yani çağdaşlıkla geri kalmışlığın tezatlarını görmüştüm o şahsın duruşunda.  Tıpkı iki fotoğraf gibi...
Rahmetlik annem hep anlatırdı Atatürk’ün ne büyük adam olduğunu.  Türkiye’yi düşmandan nasıl söküp attığını.  Modern giyinmenin yeni insan hayatının bir gereği olduğunu söylerdi.  Rahmetlik ninem kara bir çarşaf giyerdi diğer yaşlılar gibi.  O kara çarşaf dediğimiz şey, işte o fesli insanların yaşam sürecinin feminizmle bütünleşen bir simgesi gibiydi.  Annem her zaman nineme söylerdi.
“Fırlat o kara çarşafı başından.”derdi.  “Yetmiş yaşından sonra çarşaf mı atayım” derdi rahmetlik ninem.  Ve daha nice nineler, dedeler, Atatürkçü düşünceyi bünyelerine yerleştirmelerine karşın, o eski alışkanlıklarını hiç bırakmadılar.  Ondan sonraki nesillerse, hiç örtünmedi.
Esasında eski kadınlarımızın kara çarşaf giymesi, pek de dinle alakalı değildi Kıbrıs’ta.  Ne de aşırı dindarlıkları vardı.  Bir örf adedin geri kalmışlığının görüntüsüydü de diyebiliriz.  Nitekim pek çok olgun insan, kara çarşafı fırlatıp atmıştı.
Gerçekten Atatürk’ü her gün okusam, her gün onun bilmediğim yönünü araştırıp bilgi dağarcığıma koysam, kesinlikle bıkmam ve usanmam.  Şu anda önümde başındaki örtülerini fırlatıp atan kadınlarla, feslerini fırlatıp atan bir grup çağdaş insan,  Atatürk’ün etrafında, bir fotoğraf içinde duruyor.  Atatürk kıyafet devrimini 25 Kasım, 1925 yılında gerçekleştirdi.  Halbuki tam seksen dört yıl sonra bir siyaset adamı ile çekilen 2009’un fotoğrafında, başları tümden örtülü kadınların resmi var.  
Şimdi Atatürk Anıtkabir’den kalksa ve onun bıraktığı ve bulduğu o iki fotoğrafı görse, “Benim idealim bu değildi, siz yanlış yoldasınız” demez miydi?
Kadına seçme ve seçilme hakkının verilmesi, medreselerin kapatılması, tekkelerin kapatılması, ne bileyim daha nice nice devrimleri var Atatürk’ün.
Atatürk’ün traktör üstündeki resmi, minicik bir çocuğu avuçlarından tutan fotoğrafı, çiftçinin ve sanayicinin başında duruşu, kadınlarla sohbet etmesi, onun yenilikçi dünya felsefesini anlatmaz mı?
Zaman zaman Ankara’ya gittiğimizde Anıtkabir’e uğramayı ihmal etmeyiz.  Özellikle resmi ziyaretlerimizdeki o heyecan dolu dakikalarda, sanki onun ruhuyla o rüzgarlı tepelerde fısıldar gibi hissederim kendimi.  Bir tuhaf duyguyla dolar taşarım o uhrevi ortamda.  Ne kadar huşu ve huzur dolu bir ortam değil mi?
Daha anlatabilirim size Atatürk’ü.  Bugün onu kaybedişimizin üzerinden tam yetmiş bir yıl geçti.  Bir ömrün zamanı kadar bir gidişin süresi.  Esasında sadece ve sadece onun bedeni gitti, onun ruhu, bütün varlığı, anıları, düşünceleri ve yarattığı vatanı kaldı arkasında bize hatıra.  İşte o “hatıra” dediğimiz şey, Atatürk’ün en değerli hazinesi ve en büyük anahtarıdır var olmamız ve onunla daha büyük hedeflere ulaşmamız için.
Keşke her gün Atatürk’ü yazsam, her gün onu okusam... Allah sana gani gani rahmetler versin sevgili Ata’m.