Dün, 10 Aralık 2020, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin BM Genel Kurulu’nda kuruluşunun 72’nci kuruluş günüydü.  Çok anlamlı ve insani değerleri, daha da kestirmeden insana olan değeri vurguluyor bu beyanname.

            1948 yılında BM Genel Kurulu’nda kabul edilen bu beyannamenin hazırlanma ve dünyaya güçlü mesajlar verimesinin neden olduğu gerçek, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya  çıkan acılar ve kaybolan hayatlardır.

            İkinci Dünya Savaşı zaten insanlık için tam bir yüz kızartıcı olaydı. Almanya’da hortlayan NAZİ diktatoryası, tamı tamına 60 milyon ve üzerinde pek çok insanın hayatını kaybetmesi, milyonlarca insanın yaralanması ve evsiz barksız kalması nedeniyle bu beyanname, bütün ülkelerce benimsenerek hayat bulmuştur.

            Bazen sorarız!

            “İnsanlar neden birbirlerini vururlar veya öldürürler?”

            İşte gerçek burada yatmaktadır.  Bütün dünya insanları gerçek anlamda İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ne uysa, kesinlikle savaşlar olmaz, dostluklar ve sevgiler egemen olur dünyaya.  Lakin olmuyor maalesef.

            Bugün Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi’ne vurgu yapar ve bazı gerçekleri insanların beyinlerine sokmaya çalışırız ama, böyle anlamlı günler geçince, yine bildiklerimizi yapmaya devam ederiz.

            İşte o bağlamda her zaman sormuşumdur.

            “Dünyada neyi paylaşamıyoruz?”

            Bu doğru bir sorudur esasında.

            Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi, bütün dünya insanlarının din, dil ve ırk farkedilmeksizin saygı görmesi ve değer bulmasını öngörüyor.

            Hani dersiz ya...

            “Acılar, sevinçler, mutluluklar ve mutsuzluklar evrensel değerler bağlamındaki ilkelerdir.”

            Şayet empati yaparsanız, evresel değerlerin de daha derinlerine inecek ve bildirgenin amacını daha iyi kavrayacaksınız.

            Bir de “Size yapılmasını istemediğiniz birşeyi, siz başkasına yapmayınız.”

            Bu da doğru bir söz...

            Kıbrıs Türkü’nün şu 11 yıllık getto hayatında İnsan Hakları çağrısı hiç bitmedi.  21 Aralık 1963 olayları sonrasında Kıbrıs Türkleri, Rumlar tarafından tam om bir yıl gettolara kapatıldılar. İnsan hakları çiğnendi.  Hala daha çiğneniyor.

            Hatırlıyorum bu süreçte kayıp ailelerinn sınırlarda yaptıkları eylemleri ve insan hakları arayışlarını.  Eşini veya oğlunu kaybeden kadınlar, babasız kalan çocuklar hep o “İnsan hakları” ilkeleri çerçevesinde eylem yaptılar.  Kayıp Kocalarının ve oğullarının fotoğraflarını alarak sınırlarda eylem yapan, BM Barış Gücü yetkililerine muhtıralar sunan Türk kadınlarının sesini kimse duymadı. Kimse o kayıplara erişemedi.  Ta ki 20 Temmuz 1974 mutlu barış harekatı sonrasında Rumların da savaş nedeniyle olagelen kayıpları gündeme gelinceye kadar.

            50 küsur yıl sonra o kayıpların kemiklerinin toprak altından çıkarılıp ailelerine teslim edilmesi ne büyük acıydı. O zor günlede İnsan Hakları örgütü veya örgütleri neredeydi?

            Bir zamanların Rum İçişleri Bakanı Papapetrou’nun yaptığı bir açıklama geldi aklıma.

            Papapetrou Kıbrıs sorununu değerlendirirken şöyle demişti:

            “Biz Rumlar, İnsan haklarını çiğnedik.  Türklerin elinden bütün insan haklarını gaspettik.  Onları tam 11 yıl gettolara kapattık ve hapsettik.”

            Aynı meyanda Rum eski Dışileri Bakanı Markulli de bir açıklama yapmıştı:

            “Taşkent’te katlettiğimiz Türklerin şimdi toprak altından çıkan kemikleri ve ailelerinin çektiği acıya üzülmemek elde değil. Biz Rumlar, çok büyük bir insani suç işledik ve masum insanları öldürdük.  Türklere bir özür borcumuz vardır.”

            Bütün bu gerçekleri göz önüne serersiniz de Avrupa İnsan Hakları organlarınca kabul görmez maalesef.  Sonra da “insan haklarından” söz ederler.

            Yine de bu beyannamenin faydasının olduğunu ifade etmek durumundayız.  Hiçbir şey olmamasından daha iyidir bu beyanname.  En azından acılar ve haksızlıklar, çiğnenen insan hakları gelir gündeme...