1976’da yapılan Kıbrıs Türk Federe Devleti Anayası’nın yürürlüğe girmesine kadar bizde katı bir başkanlık sistemi vardı. Bu sisteme olan şiddetli tepki Kurucu Meclis’teki anayasa tartışmalarına yansıdı. Dileyenler bu tartışmaları internet ortamında o zamanki tutanaklarda izleyebilirler. Nitekim bu şiddetli tepki, sistemin yarı-başkanlığa dönüşmesine olanak verdi.

1976 – 1983 arasında yürürlükte olan Kıbrıs Türk Federe Devleti Anayasası’na göre oluşan yarı-başkanlık sistemi, daha önceki başkanlık sistemi kadar tepki yarattı.1975 KKTC Anayasası, günümüzde de yürürlükte olan ve sürekli yakınma konusu olan parlamenter sistemi getirdi. Nitekim zaman zaman alevlenen başkanlık sistemine geçme tartışmaları, günümüzde de sık sık konuşuluyor.

***

DAÜ ile Dr. Küçük Vakfı’nın  4-5 Mayıs 2018 tarihlerinde Girne’de düzenlediği “KKTC İçin İdeal Yönetim Sistemi Tartışmaları Kapsamında Başkanlık Sistemi ve Parlamenter Sistem Çalıştayı”   sonuç bildirgesi, özetle şu özet sonuçları içeriyordu:

  • Mevcut parlamenter sistem, ülkedeki sorunlara çözüm üretmekte çaresiz kalıyor.
  • Parlamenter sistemin etkin ve verimli bir hale gelebilmesi ancak çok köklü reformlarla mümkün olabilir.
  • Başkanlık sistemi, sistem arayışları kapsamında parlamenter sistem karşısında güçlü bir alternatif olarak göze çarpıyor.
  • Tek başına başkanlık sistemine geçmek Kıbrıs Türk Halkının tüm yönetsel sorunlarının çözümü için yeterli olmayabilir, zihniyet değişimi de gereklidir.

Aklın yolu birdir. O çalıştayda ortaya çıkan görüş, saptama ve önerileri, çok büyük oranda, 2014’te çıkan “Kıbrıs Türk Halkı’nın Siyaset Kurumu Üzerine Deneme” kitabımda yapmıştım. Bu saptamalara aynen katıldığımı, beni bu sayfadan izleyenler de iyi bilir çünkü zaman zaman bunları burada dile getiriyorum.

Bir ülkede, sorun çözmeyen bir siyaset kurumu söz konusu olunca, var olan parlamenter sistem yerine, çözüm üretebilecek başka sistem arayışlarına girilmesi doğal bir süreçtir. Söz konusu  Çalıştay’da da öyle oldu. Ağırlıklı görüş, gerekenlerin yapılması kaydıyla başkanlık sistemine geçiş yönündeydi. Nitekim özet sonuç bildirgesinde, bu husus “başkanlık sistemine geçişin tek başına tespit edilen sorunları çözmekte yetersiz kalabileceği, hükümet sistemi değişikliğiyle beraber seçim sisteminde, merkezi yönetim yerel yönetim ilişkilerinde, kamu yönetim ve denetim sistemi ile devletin rol ve fonksiyonlarında da ciddi reformlar yapılmasına ihtiyaç duyulacağı” biçiminde vurgulanarak yer aldı.

***

Bu ülkeye parlamenter sistemin getirilmesinde rolü ve etkisi olan biriyim ve uzun zaman, parlamenter sisteme söz kondurmadım ama siyaset kurumumuz, sağı ve soluyla bu sistemin içine öyle bir etti ki artık var olan biçimiyle savunulacak yanı kalmadı. Bu bağlamda ilke olarak başkanlık sistemine geçilmesine de karşı değilim ama bazı şeylere kesin inancım vardır:

  • İdeal yönetim sistemi diye bir şey yoktur.
  • Hiç bir sistem sorunları çözmek için “reçete” değildir.
  • Hiçbir ülkenin başarılı sistemi aynen uygulanabilir ve aynı sonuçları verir değildir.

İyi, hatta çok iyi bir sistem, kötü yöneticilerin elinde kötü bir sisteme dönüşebileceği gibi; kötü bir sistem, iyi yöneticilerin elinde iyi, hatta çok iyi bir sisteme dönüşebilir.

Yani parlamenter sistemi bırakıp başkanlık sistemine geçersek her şey güllük gülistanlık olacak değildir. Parlamenter sisteme geçişimiz, “gökten zembille inmişçesine” olmadı. Parlamenter sisteme, acı ve tepki yaratan bir başkanlık sisteminden geçtik. Bunu bilmeden balıklamasına başkanlık sistemine geçmek, yeni acılar ve yeni sıkıntılar getirir.

            Başkanlık sisteminin başarılı örneği olarak ABD verilir. Öyledir de! Bu başarılı başkanlık sisteminin dayandığı birkaç temel vardır:

  • Güçler ayırımı iyi yapılandırılmıştır.
  • “Check & balance” denen “fren ve denge”ler iyi kurulmuştur.
  • Gücün tek elde toplanmasına olanak vermeyen federal yapı vardır ve bu federal yapı, ayrı bir fren ve denge oluşturur.
  • Katı ve disiplinli olmayan parti sistemi, sistemin en temel özelliklerindendir.

Diyelim ki KKTC olarak, güçler ayırımın olacak, üniter yapımıza karşın gücün tek elde toplanmasına olanak vermeyecek iyi fren ve dengeler kurarak başkanlık sistemine geçtik. En zor olanı siyasal parti sistemimizi, katı ve disiplinli olmayan bir sisteme dönüştürmek olacaktır; çünkü bir ülkenin seçim sistemi nasıl parti sistemini yaratırsa, parti sistemi de (ülkenin gerçek anayasasıymış gibi) hükümet sistemini biçimlendirir. 

***

Benim görüş ve inancıma göre, arayış bize özgü, bizim olan ve bize özgü sorunlarımızı çözebilecek bir yönetim sistemini bulma yönünde olmalıdır. Önümüzdeki sorun hazır reçetelerle çözülemez. 

Sonuçta parlamenter sistemde kalarak da, başkanlık sistemine geçerek de kendi sisteminizi bulmanız mümkündür. Yeter ki bünyenizi, koşullarınızı, güçlü popülizm eğilimlerini hesaba katarak kendinize özgü (parlamenter, başkanlık, yarı başkanlık, meclis hükümeti, ya da başka), kendi yapı ve koşullarımıza uygun bir sistem kuralım. Tek başına sistem değişikliği yaparak iyiye gitmek mümkün değildir. Kendimize özgü bir sistem yaratmazsak, iyiyi hedeflerken daha kötüye gidebiliriz. Bunun için önce nerede, niçin, nasıl, neden hata yapıldığı saptanmalıdır.

Bunu yaparken, bir ülkenin seçim sisteminin siyasal parti sistemini, siyasal parti sisteminin parlamentonun oluşumunu (ve çalışma düzenini), parlamentonun oluşumunun devlet sistemini nitelemede belirleyici unsurlardan olduğunu göz ardı etmemek gerekir. Göz ardı edilmemesi gereken bir konu da küçüklüğümüzün (nüfus, coğrafya gibi), sistemin çalışmasındaki etkisidir.

HATAY – TAYFUN SÖKMEN KONUSU…

Cumhurbaşkanı Sayın Mustafa Akıncı’nın bir İngiliz gazetesinde çıkan “Hatay – Tayfun Sökmen” söylemini çok yadırgadım.  İç politikaya taraf olmayı hiç istemem. Bu bakımdan bu konuda konuşmayı düşünmüyordum. Pazar günü Diyalog Tv., canlı yayında benim görüşümü sorunca açıkladım. O canlı yayında söylediklerimi burada da daha derli toplu olarak paylaşmak isterim.

Adanın Türkiye’ye bağlanması konusu, (Kıbrıs Tük Halkı’nı somutlaşmış iradesi bağlamında) süreç içinde iki kez somut biçimde gündeme geldi.

İlk gündeme somut olarak geliş, 1918 Aralığında, Kıbrıs’ın her yanından gelen 200 delegenin katıldığı ve oybirliği ile Osmanlı’ya bağlanmayı öngören “Meclis-i Milli” kararıdır.

İkincisi ise Ocak 1975’te, benim başkanlığımda toplanan, Kıbrıs Türkleri’nin seçilmiş temsilcilerinden oluşan Otonom Kıbrıs Türk Yönetimi Meclisi tarafından alınan karardır. Oybirliği ile alınan o kararda, Kıbrıs Türk Halkı’nın ilk tercihinin Türkiye’ye bağlanmak olduğu; dünya konjektörü dolayısıyla bunun olanaksız olması durumunda, ikinci tercihin coğrafi temele dayalı bir çözümün  olduğu belirtiliyordu.  

Benim bildiğim kadarıyla, günümüzde öyle bir konu yoktur. Hiçbir KKTC partisinin programı ile söylemlerinde öyle bir şey yoktur. Partilerinin tümü böyle bir politikaları olmadığını, çeşitli vesilelerle dile getiriyorlar.  Türkiye’nin ve Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın da öyle bir politikaları olduğunu söyleyecek bir söylem de söz konusu değildir. Erdoğan’ın birçok söylemi eleştirilebilir. Ama iki hususta, “darbelere ve ilhaklara karşı çıkma,” bu bağlamda Kırım’ın ilhakı konusunda da tavrı net ve çok belirgindir.

Kısacası günümüzde Türkiye’ye ilhak diye bir konu yokken bu konuyu gündeme getirmek,  “bayram değil seyran değil, eniştem beni niye öptü” deyişine uygun bir söylemdir. Üstelik kullanılan söylem gerçeklere ters ve temelsizdir.

Her şeyden önce Hatay, Misak-ı Milli sınırları içindeydi. Türkiye’ye katılması, Hatay Meclisi’nin oybirliğiyle aldığı bir karar yani ora halkının temsilcilerinin iradesi ve o zaman Hatay’a egemen olan Fransa ile BM’si Miletler Cemiyeti’nin onayladığı bir süreçle gerçekleşmiştir.  

 Gazetecinin Kırım’ın Rusya’ya ilhakını örnek göstererek konuyu gündeme getirmesi karşısında çok rahatlıkla böyle bir konunun gündemde olmadığı, KKTC’deki tüm partilerin bu yönde bir politikaları olmadığı ve Türkiye’nin öyle bir niyeti olmadığına inanıldığı söylenebilirdi. Böyle bir yanıt tüm Kıbrıs Türkleri’nin (en azından ezici çoğunluğunun) ortak görüşünü yansıtırdı. En azından konu “Hatay/Tayfun Sökmen” söylemiyle karıştırılmamalıydı.

Yeğlenen gerçeklere ters ve temelsiz söylemi haklı bulmak olanaksızdır. Bu söylem, en yalın anlatımla talihsizliktir. 

Elbette ki Sayın Akıncı’nın söylemi siyasal niteliklidir ve bir bedeli olacaksa bu, siyasal bir bedel olur. Hakaret içeren, aşağılayıcı, kişiliğe yönelik söylemlerle, hele “biz kurtardık” söylemiyle yapılan saldırılar yanlış olup bunu onaylamak da asla mümkün değildir.

Ne yazık ki yanlışa yanlışla karşı çıkmak, her seferinde Kıbrıs Türk Halkı’nda tansiyonu yükseltir ve cepheleşme yaratır; hiç gerekmeyen ve hep hoş olmayan durumlarla sonuçlar doğuran Türkiye ile ilişkileri olumsuzluğa iter!

Sen nelere kadirsin ey seçim ve genel olarak ey politika!(!!!)