“Bayram”la “mezar taşları” gayri ihtiyari insanda iki çağrışım yapıyor.  Birisi sevinci ve mutluluğu, hatta birleştiriciliği; ötekisi de acıyla karışık bir hatırlamayı anlatır.  Her bayram gelişinde insanlarda harıl harıl bir bayram hazırlığı başlar.  Yeni yeni elbiseler alınır, çocuklar cicili bicili giydirilir ve bayram sabahının ezan sesleriyle o kutsal ama anlamlı gün başlar.

                Evlerde yapılan tatlılar, eskilerin dediği o “şerbet” yapımları yok da, daha modern bir çağın gerekleriyle sorfalar her çeşit yiyecek ve tatlılarla donatılır.  Nedense bayramlar hep bize nostaljiyi anımsatır.  Eski bayramları, çocukluk yıllarımızda Girne Kapısı’na, İpçiler Hisarı’na kurulan Ahmet Efendi’nin cinciraklarını ve piyango arabalarını...  Daha daha neler anımsatmaz ki bize bayramlar.

                Prof. Dr. Oğuz Karakartal’ın Anadoluhisarı ile ilgili anılar kitabında da İstanbul bayramları bir nostalji olarak kaleme alınmıştır.  Eski Osmanlı kültürünün bayram sevinçlerini, badem şekelerini ve şerbetli tatlıları...  Bizim çığlıklarımız ve heyecanlarımız Osmanlı’dan kalma değil mi...  Hep o kültürün esintileriyle bayramları kutlamışız. 

                Sadece kaybolmaya yüz tutmuş bayram kültürümüz o eski lezzetini kaybetti diye düşünüyorum.  Kendi yaşanmışlıklarımızı, anlamlı anılarımızı ve geçmişle şimdiki zamanın tezatlarını düşünürken, içimizde derin bir keder duyarız.  “Nerde o eski bayramlar” deriz.  Ben ve benim gibi nostalji yaşayanlar veya anıların basamaklarında dolaşanlar, o eski bayram lezzetini alamıyorlar.

                Bizi böyle yapan sanayileşme mi?  Yoksa değişen dünyanın teknolojik gelişmesi ve insan değerlerinin yozlaşması mı?  Galiba da öyledir.  Hayatımız kolaylaştıkça, kültürlerimiz de kayboluyor.  Hiçbir şeyin anlamı kalmıyor.

                Bayram arifesindeki mezarlık ziyaretleri ise, bir başka keder verir bize.  Bütün sevdiklerimizi genellikle bayram günlerinde ziyaret ederiz.  Ölüm günleri, doğum günleri veya dini günlerimiz de bir ziyaret nedeni.

                Sizi bilmem ama,  ben şahsen her mezarlık ziyaretimde derin bir kedere boğulurum.  Anneler, babalar, nineler dedeler, kardeşler ve çok sevilen dostlar, hep o toprağın altında yatarlar.  Bembeyaz mezar taşlarını okşarken, içinizden bir ürperti geçer.  Adeta onların ruhları ile konuşur gibi olursunuz.

                Halbuki mantıklı düşününce, onların sadece birer madde olduklarını ve arkalarında manevi bir motif olarak hayat izleri bıraktıklarını anlarsınız.  İşte hayatın anlamlı ve anlamsızlığı burada belli olur. Görkemli mezarlarla, yerle bir olmuş mezar arasındaki fark, yine maddenin yer yüzünde kalan son tezatlarıdır.  Yani dünyada paylaştıklarımızla, paylaşamadıklarımız, sevdiklerimizle sevmediklerimiz, acılarımızla sevinçlerimiz hep o toprağın altındaki gerçektedir.

                Hiç düşündünüz mü her mezar taşının altında yatan ölüler için ne kadar gözyaşı döküldüğünü?  Bir düşünün.  Her ölünün arkasından dökülen gözyaşları, yürekten gelen çığlıklar ve kabul edilmezlikler, bir fırtına gibi duygularımızı alır sürükler, sonra kürek kürek atılan topraklar, o fırtınanın ve ateşin külleri olur.  İşte “sabır” dediğimiz şeyin ilk sinyalleridir o örtülen mezar ve toprak yığını.

                Bir askeri birliği ziyaret eder gibi mezarların önünden geçerken, onların üzerlerinde bir çok eski dostunuzun resmini, anlamlı sözlerini veya şiirsel anlatılarını görürsünüz.  Onlar orada, ama siz hala hayatın akıntısında gidersiniz.

                Mezar taşlarına veda ederken, sanırım buruk bir duyguyla dolarsınız.  Hatta bir süre suskunluğunuzu, iç dünyanızdaki kavgalarınızı ve çığlıklarınızı ölçersiniz.  Nedendir bilir misiniz?  İçinizde kabul etmekle etmemek arasındaki gerçek arasında sıkışıyorsunuz da ondan.

                İşin özü, hayatın gerçeğindedir.  Ölmekle sevmekte, sevmekle nefrette, saygıyla saygısızlıkta ve bitimsiz gidişte, ego ve özveride, son nefeste...sadece bir nostalji, bir anı ve bir düşünce...

                Her şey bir yana...  Bütün bayramlar kırgınları alıp götürür.  İnsanlar birbirlerini muhabbetle kucaklar.  Nezaket ziyaretleri bollaşır.  Sofralar kurulur ve bütün güzellikler başlar.

                Evlatlara ve torunlara para vermek de adettendir.  Onların paraya ihtiyaçları olduğundan değil, bir adedin getirdiği gereklilikten kaynaklanır.  Böyle zamanlarda yeni yetişme çağındaki çocuklara her zaman takılmışımdır.

                “Bayramlarda çocuklar anne babalardan daha zengindir.”

                Gerçekte bütün bayramlar çocuklarındır.  Eskiden bayram yerine kurulan atlı karıncalar ve salıncak sandallar çok büyük bir keyif verirdi çocuklara.  Ama şimdi?   Bilgisayar çağının hayatımıza girişi ile eski bayramların da lezzetinin kalmadığını söylemek yanlış olmaz herhalde.

                Tutumlu evlatlar ne güzel harçlıklarını biriktirip bir ihtiyacını karşılıyorlar.  Bu da bayramın tadı tuzu olsun.  Öyle değil mi?

                Sizlere nice mutlu bayramlar...