Toplumsal travmalar, genellikle insanları bir arayışa sevkeder.  Bir savaş veya şu anda içinde bulunduğumuz virüs gibi ortamlardan kaçmak veya acıları azalatmak için çareler ararız.  Gerçekte o çare arayışları, “psikolojik tedaviden başka birşey değildir” de diyebiliriz.

                Virüsün patlak verdiği günlerde hep televizyon haberlerine odaklanırdık.  Başta kendi ülkemiz olmak üzere, Anavatan Türkiye, İngiltere ve bütün Avrupa ülkeleri ne durumdadırlar merakı içinde hep haberleri beklerdik.

                İnsan o haberleri günde sekiz on kez izleyince, bayağı kafası da bozuluyor.  Yani bir diğer deyişle, insanın psikolojisi bozuluyor.  O haberlerde hep virüsten ölenler, yoğun bakıma alınanlar, ölenler ve gömülecek yer bulunamayanlar ve ev hapisleri hep vardı.

                İnsan yaşamadıkça bazı şeyleri öğrenemez veya kabul edemez.  Demek şu virüslü günleri de yaşayacakmışız ki, gerçek hayatımızın kıymetini bllelim.

                Tıbbın insan hayatındaki önemini biliyoruz...  Böyle zamanlarda doktor ve sağlık çalışanlarının da kıymeti kesilmez.  Bazen doktorlar bir hastaya tedavi uygularken, “Önce siz kendi kendinizin doktoru olacaksınız” der, sonra da hastanın tedavisine devam ederler.

                Doktorun hastaya yaptığı telkin, esasında bir psikolojik tedavi ve moral reçetesidir.

                Bir de ölenlerin arkasından devamlı ağlayanlar ve bitip tükenmeyen acılara gark olan insanlar için şöyle derler:

                “Şayet ağlamakla gidenler geri gelseydi, dünyada kimse ölmez veya gidenler geri gelirdi.”

                O bağlamda bu günlerde insanın kendi kendinin doktoru olması kadar güzel birşey var mı?  Yoktur elbette.

                Bazı psikologlarsa, “meşguliyet terapisinin” çok önemli olduğunu söylerler.  Örneğin huzurevine giden yaşlıların yaşayabilmeleri üç öğün ekmeğe ve birkaç bardak suya bağlı olmamalıdır.  Onlara o yaşlı hallerinde bile sevdikleri şeyleri yaptırmak lazım.  Resim, nakış, örgü ve marangozluk gibi meşguliyetler.  Yani yaratıcılık bağlamında onları hayata bağlamak...

Bu virüs günlerinde de sanatın herşeyin üstünde olması gerektiği de bir gerçek.

                Geçen haftalarda telefonuma balkondan verilen bir konserin görüntüleri gelmişti.  Belki 20, 25 katlı bir apartmanın onuncu katındaki balkonundan ünlü şarkıcı Fedon konser veriyordu.  Bütün sokaklar, bütün apartman sakinleri onun şarkılarını dinlereyek acılarını unutuyorlardı.

                Bu zor günlerde insanın kendini meşgul etmesi çok kolaydır.  Yeter ki kafaya takmayalım.

                İlgililerin uyarılarını dikkate alarak sosyal mesafeyi koruyalım ve maske takalım da, ondan öte, bildiğimizi sandığım ama hiçbir zaman bilemediğimiz nice bakir mekanların görüntüleri insanı alır bir yerlere götürür.

                Şimdi Türkiye’de insanlar büyük kentlerden kaçmak için ya karavanlara yöneliyorlar, ya da çadırlara.  Ülkenin iç turizme o kadar çok müsait yerleri vardır ki...  O doğallıkları insan görünce nerdeyse çadır alıp yemyeşil yaylalara, göl başlarına ve şelalelerin civarlarına giderek bir zaman geçirmek geçiyor içinden.

                Şayet Türkiye’de büyük kentlerde yaşasaydım, herhalde kent hayatından uzakta doğallığı içime sindirebilmek ve şu koronavirüs belasından uzak kalmak için kendimi oralara atardım.  Rize’nin çay bahçeleri, şahane çınar altlarındaki akan suların başlarına kurulan dürümcüleri ve daha nice organik yiyecekleri hayatıma sokardım herhalde.

                O nedenle mümkün olduğu kadar haber dinlememeye gayret ediyorum.  Özellikle TRT’nin bazı belgeselleri müthiştir.  Adalarda yatlarla tur atanlar, yüksek tepelerden denize dalanlar, denizin maviliğini içlerine çekenler, balık avlayanlar ve uzaktan gelen müzik seslerini dinlereyerek huzurlu bir zaman geçirmek...

                Ben diyorum ki, mutlaka belgeselleri ve doğal güzellikleri izleyerek kendinize bir pencere açınız ve dünyanızı değiştiriniz.  O doğa harikası yerlerde geçen zamanlarınızda en çekici kitabınızı da okuyabilirsiniz.  Veya kulaklıklarınızı takarak sevdiğiniz şarkıları ve melodileri dinleyebilirsiniz.

                İşin kestirmesi, hayatı severek dolu dolu yaşayın ve kendinizle konuşmak, kendinizle doğayı kucaklamak herhalde en güzelidir.