Her ramazan geldiğinde insanlar kendilerini Allah’a daha mı yakın hissederler, bilemem.  Lakin dinle ahlak kavramlarını irdelediğimizde “temiz ve kirli” vicdan tablosu çıkar karşımıza.

Toplum yapımız, aşırı dinciliğe yatkın değildir.  Hiçbir zaman da olmadı.  Laik ama çağdaş bir toplum olarak doğduk, öyle de kaldık.

Zaman zaman Türkiyeli kardeşlerimizle yaptığımız sohbetlerimizde onlar bize, “Siz Kıbrıslılar dini görevlerinizi tam olarak yerine getirmiyorsunuz” derler.

Bunu söylemelerinin nedeni, kendilerinin beş vakit namazlarını kılması, her ramazanda oruçlarını tutması ve bunun yanında kadınların örtünmesidir.

Dinle ahlakı irdelediğimizde bütün insanların hem dinine bağlı hem de ahlaklı olduğunu düşünmek saflık olur.  Veya “ahlak örtünün altında mı?” sorusu gelir akla.

Kıbrıslılar düzeyli ve seviyeli din anlayışıyla yaşadı. 

Özellikle savaşlar ve ölümler bizi galiba Allah’a daha bir yaklaştırmıştı.  O savaş günlerinde zamanın Bayraktar’ı mutlaka ramazanda orucunu tutar, gece de teravi namazı için camiye giderdi.  Bizim mücahilik yıllarımızda bir kontrol mekanizması vardı.  Direk değil de, sanki gölge gibi bizi izleyen bir güç vardı arkamızda.  O gizli gölge, bütün mücahitlerin oruç tutmasını sağlıyordu diyebilirim.

Bunlar bizim geçmişte yaşadıklarımızla ilgili gereçeklerdir.

Şimdiki din yapısı, adeta Türkiyeli kardeşlerimiz bir yarış halinde dini vecibelerini yerine getiriyorlar, sanki kendilerini Allah’a kanıtlamak istercesine.  Ona da saygılı olmak lazım. 

Lakin bir gerçek var ki, kimse kul ile Allah arasına giremez.

Geçmiş mücahit yıllarımızda bölük olarak orucumuzu tutar, iftarımızı yapar ve toplu halde camiye gider teravi namazımızı kılardık.  Lakin yine bir başka zevki vardı o günlerde oruç tutmanın ve Allah’a ibadet etmenin.

Vakit vakit Tütkiye gazetelerinde ilginç haberler yayınlanırdı.  Hatırlıyorum...  Bir haberde bir imamın reşit olmamış küçük bir kız çocuğunu iğfal edişini veriyordu gazete.  Veya bazı din adamları sırf para uğruna saf insanlara muskalar yazar veya büyüler yaparmış.  Ondan da öte büyü için yanına giden saf ama örtülü kadınlara tecavüz edermiş.

Bazı hocalar ramazanda ne yapar?  Elbette oruç tutar ve bunun yanında sırf insanlara kendini kanıtlamak için camiye giderler.  O camiye gidişi Allah’a değil, insanlara yönelik bir aldatmacadır esasında.  Hatta toplum bu türdeki din adamlarını “Kötü Hoca” diye tanımlarlar.

Televizyon kanallarını şöyle bir tarayın, birçok sanatçının veya müzisyenin sakal bıraktıklarını göreceksiniz.

Ne tuhaf bir durum.  Adeta sakal bırakmak da bir “kendini kanıtlamanın” görüntüsüdür.

O görüntüler insanlara bir mesaj veriyor.

Adeta mevcut iktidara yağ çekmek gibi da algılanıyor o sakallar.  Bunlar insanın kafasını bulandırıyor maalesef. 

Gerçekte Müslüman dini en temiz ve en ahlaklı dindir.  Bu dinin gerçek anlamda öncülüğünü yapanlar, maddiyat değil, maneviyatın öncüsü olurlar.

Hele bir düşünün bakalım...

Her ne kadar da toplumsal ve dinsel yapımızı yorumlasak da, kabul etmek lazım ki, beş vakit namaz, insan vedeninin sağlıklı yaşamasını sağlar.  Günde beş defa abdest alıp, temizliği pekiştirirler.  Bırakın birçok insan beş vakit namaz kılmaz veya kılmak istemez.  Beş vakit namaz kılan insanların eklem ve bel sorunları olmaz.  Bunun nedeni, sürekli “doğal fizik tedavi” seanslarında tedavir görürler.  Onun için değil mi ki fizik tedavi klinikleri dolar taşar.  Genellikle din adamları sırım gibi ve sağlıklı olurlar.  Bunun nedeni de bedenin bütün eklemlerini namaz esnasında hareket ettirmeleridir.

Herşey bir tarafa, bazı kişi veya kişileri eleştirsek de, gerçekte insanların Allah’a yaptıkları dualar, onların iç huzurunu sağlamış olur ki, o da insanoğlunun ihtiyacı olan bir “gizli güce sığınma” olayıdır.

En zor anlarımızda “Allahım bana yardım et” demez miyiz?  Veya “Allahım hepimize iyilik afiyet ver” demez miyiz?  Deriz elbette.

Kısacası din ve ahlakı değerlendirirken, artıları ve eksileri ortaya koymakta yarar var. 

Unutmayın, herkes kendi iç dünyasında yolunu ve sığınacağı manevi limanı bulur.