Uluslararası hukuk denen kavramla ilgili, pek de olumlu olmayan düşüncelerimi, beni izleyenler bilir. Yeri geldikçe bu sayfada da bundan söz ettim. Kısaca yineleyeyim.

İnsanlık, bireysel ve toplumsal ilişkilerde, faşizm ve diktatörlükler dışında Orman Yasası’nı çoktan geride bırakarak “hukuk devleti,” “hukukun üstünlüğü,” “anayasalı devlet yönetimi, ”temel hak ve özgürlükler” konularında dev adımlar attı ama uluslararası ilişkilerde, masallardaki “arpa boyu” kadar bile yol alınamadı ve “Orman Yasası” büyük oranda geçerliliğini korudu. Üstüne üstlük çağdaşlaşan “Orman Yasası”na “meşruiyet” de kazandırıldı. Bunu sonucu olarak, insanlığın gelişmesi sürecinde kısasa kısasla başlayan hukuk, insani boyuta dönüştü ama uluslararası hukukta “misilleme” biçiminde süregidiyor.  

Birinci Dünya Savaşı’nın yarattığı feci durum zamanın devletlerini, Milletler Cemiyeti diye bir kuruluşa götürdü. Ancak bu kuruluş, ne gerçek anlamda uluslararası hukuk düzeni sağlayabildi, ne de dünya barışını! Hitler, yanına Musulini’yi ve (geç sanayileştiği için emperyal güce dönüşemeyip sömürgelerden yoksun kalan, ama emperyal güç olma peşinde koşan) Japonya’yı da yanına alarak dünyayı ateş çemberine soktu. Üstelik ciddi bir hata yaparak, çok kolay anlaşabilip birlikte hareket etme potansiyeli olan Sovyet Rusya’sını da karşısına aldı. Sonuç biliniyor.

Bu kez, güya Milletler Cemiyeti deneyiminden ders alınarak aslında bir “ucube,” hem de “ne idüğü belirsiz” bir ucube yaratıldı: Birleşmiş Milletler Örgütü! Bu örgütü ucubeleştirip ne idüğü belirsiz hale getiren husus, yaratılan “dayılı” düzendir. Beş BM Güvenlik Konseyi daimi üyesinin (ABD, Rusya, Çin, İngiltere, Fransa) tek tek kullanma hakkına sahip oldukları kesin veto hakkından, başka bir deyimle istedikleri konuyu bloke etme hakkından söz ediyorum.

Birleşmiş Milletler Örgütü’nün kendisi değil de, paralel gelişen Soğuk Savaş süreci, uluslararası düzene, her an sıcak çatışmaya dönüşebilecek potansiyelle yüklü soğuk dengelere dayalı bir düzen getirdi. Bu düzen, yaptırımları olan bir uluslararası hukukun değil, Soğuk Savaş’ın eseri idi.    

            Ne zaman ki Sovyetler Birliği yıkıldı ve Soğuk Savaş sona erdi, dengeler darmadağın oldu, uluslararası düzen orman yasasına göre biçimlendi. Evet, uluslararası toplum bağlamında bazı kurallar/normlar var ama bunların geçerliliği, “çıkar ve güç”le biçimlenip ete kemiğe bürünebiliyor.  Bu arada güç, her zaman çıkarın önünde gidiyor. Başka bir deyişle, hangi devletin çıkarının öne çıktığı konusu, gücüyle doğru orantılı olarak işlevleşir.

Sonuçta öyle bir noktaya gelindi ki, Birleşmiş Milletler örgütü, ancak beş daimi Güvenlik Konseyi üyesinin ya da bu onların koruması altındaki devletlerin (İsrail, Kıbrıs Rum Yöntimi, Ermenistan) çıkarı olmayan konularda, (eehhh) şöyle böyle söz söyleyebiliyor. 

Medet umulan ve Kıbrıs sorunu ona havale edilen BM, öylesi bir örgüt!

GUTERES’İN GÜVENLKİ KONSEYİ İÇİN HAZIRLADIĞI

TASLAK RAPOR

Şimdi nereden çıktı bu diye düşünenler olabilir. Buna yanıtım var. BM Genel Sekreteri Gutteres’in, Güvenlik Konseyi’ne vereceği son taslak rapor var ya! Beni konuyu yeniden ele almaya yönelten Gutterres’in o raporu!

Çok önceden, Rum medyasında, hazırlanmakta olan raporda kendilerine sorumluluk yükleyen ifadelerin olmaması için çalışmalar kapıldığı haberleri çıkmıştı rapor taslağı hakkında! Ve bilineni yineleyen, kimseye (sorumlu olanlara bile) sorumluluk yüklemeyen, sağa sola mavi boncuk dağıtan bir taslak rapor söz konusu!

Amma ve lâkin  bir konuda, bizim için asla kabul edilemez.

Taslak raporda, taraflar isterse, Türk tarafının neredeyse gökler çıkardığı, ünlü altı maddelik Gutterres belgesi rehber alınarak görüşmelerin sürdürülmesinden söz ediliyor. Ve altı maddeden biri, garantilerin sürdürülemez olduğu yönünde!

Guterres belgesi daha çıkar çıkmaz söylemiştim. Yineleyeyim: Bu bir çizmeyi aşma olayıdır. Gutterres bununla çizmeyi aşmış ve tarafsızlığını da yitirmiştir.

Yeniden, temcit pilavı gibi önümüze çıkarılmaya çalışılan Gutterres belgesi öyle bir belgedir.

KIBRIS KONUSUNDA GELİNEN NOKTA

Kıbrıs sorununun benim için geldiği noktayı, federal çözümün artık ütopyalaştığını kaç yıldır yazıp söylüyorum. Bu görüşün Kıbrıs Türk Halkı’nda giderek yaygınlaşıp benimsendiğinin, ama siyaset kurumunun hâlâ daha işin “lolo”sunda yalpalamakta olduğunun da ayırımındayım. Diğer yandan bu konudaki Türk potitikasının çok da ayan beyan ortada olmadığını düşünüyorum. Ve bu ortamda:

  1. Gutterres belgesinin garantilerin sürdürülemez olduğu yönündeki maddesini;
  2. Rum Yönetimi Başkanı Anastasiades’in küstahlığa varan olumsuz açıklamalarını, siyasal eşitliği reddetmesini,
  3. “Desentralizasyon”dan sonra pişirilmeye çalışılan federal yapı için parlamenter sistem yaklaşımının zamana oynamanın yeni bir oyunu olduğu gerçeğini,
  4. 50 yıllık görüşme sürecinde, Rumların, başlangıçta Enosis, Enosis AB içinde zaten fiilen gerçekleşince,  kendilerini tek başlarına “Kıbrıs’ın Devleti" yapmaya yönelik stratejilerini ilerletme yönündeki hedeflerinin hiç değişmediğini,

gözardı ederek ya da görmezlikten gelerek, genelde BM’ye özelde BM Genel Sekreteri Antonio Guterres’le onun Kıbrıs Özel Danışmanı Amerikalı Jane Holl Lute'ye ümitle bakanlar, onlardan “mucize” bekleyenler var.

Hadi canım siz de!