Kıbrıs’ta, hatta Türkiye’de ve eminim güney Kıbrıs ve Yunanistan’da da gazete köşe yazarları  arasında yapılagelen bir şakadır, espridir: “ Eğer yazmakta konu sıkıntısı çekiyorsanız, ‘Kıbrıs sorunu’  ne güne duruyor.” 55 yıllık devam eden sorunda aslında hem yazanlar bıktı hem de varsa okuyanları, onlar da bıktı dersek hiç de abartı sayılmaz. Ancak Kıbrıs sorununun devamında rol sahibi olan aktörlerin bundan bıktığını söylemek mümkün değil. Ve aslında Kıbrıs sorunu yaşamlarımıza dokundukça bizler de bu sorundan bıkanlar da hele bir neler oluyor diye, haberleri dinler, yorumlardan anlamlar çıkarmaya  çalışırız. Pek gizli olmasa da Kıbrıs sorununa karşı bir çeşit “tiryakiliğin” var olduğunu da söyleyebiliriz. Geçtiğimiz hafta, gazeteciler grubu olarak, yakınlarda gerçekleştirdiğimiz Brüksel ziyaretimizdeki gözlemlerimizi bolca doğal olarak da Kıbrıs sorunuyla bağlantılı olarak anlatmaya çalıştım. Bu nedenle bugünkü haftabaşı yazımda Kıbrıs sorunundan azade bir konu ile başlamayı kafaya koydum koymasına ama yine olmadı. Lefkoşa’da Selimiye Meydanı’nda Cumartesi günü kutlanan “Avrupa Günü” nedeniyle, bazı yetkililerce yapılan konuşmaları öğrenince, bu çorbada benim de tuzum olması gerektiğini çok derinden hissettim. Bunun başlıca nedeni, son Brüksel ziyaretimizde, AB üyesi “Kıbrıs”ın bu örgütün kurumlarında kimler tarafından ve nasıl “temsil” edilmekte olduğuna yakından tanıklık etmiş olmamdı. Avrupa Komisyonu Reform Destek Birimi Direktörü Mary McCarthy’nin Selimiye Meydanı’ndaki kutlamalardaki söylediklerine kulak vermemek ve de kafaya takmamak mümkün olmadı. McCarthy AB’nin Kıbrıslı Türklere yapmış olduğu finansal yardımları çok güzel anlattı. Bunlar güzel şeyler ve güzel işler de yapıldı. Ancak AB Konseyi’nin 24 Nisan, 2004 referandumlar sonrasında, 26 Nisan tarihinde almış olduğu “Kıbrıs Türklerine izolasyonların kaldırılması” kararının, yaşama geçirilmesinde  AB Komisyonu’nun 3 ayaklı kararlarına da cesaretle değinmesini beklerdim doğrusu. Neydi bu kararlar? 1-    Yeşilhat Ticaret Tüzüğü’nün hazırlanarak uygulanması. 2-    Kıbrıs Türk Toplumuna Mali Tüzüğü hazırlanması. 3-    Kıbrıs Türklerinin doğrudan dış ticaret yapmalarının sağlanması, yani bu konudaki ambargoların kaldırılması. Yeşilhat Tüzüğü sorunlu olsa da, aksayarak da olsa, öğretici sınamalarla devam ediyor. Mali Tüzük de uygulamalarda yaşanan,” belli şirket ve şahısların kayırılması” ciddi iddiaları olsa da, 10 yıl içerisinde 480 milyon avroluk bir bütçe, başta altyapı, sosyal ve ekonomik gelişim ve uzlaşma ile Kıbrıslı Türklerin AB’ne yakınlaştırılma programlarına harcanıyor. Brüksel’de Bölgeler Komitesi’nin çalışmaları ile ilgili bize verilen brifingte uygulanmakta olan projelerle ilgili uygunsuzluk iddalarını bizzat sordum. Konuşmacı Panagiotis Padazatos Kıbrıs odaklı konuşmaktan kaçınarak “genel olarak, büyük ölçekli olmasa da küçük ölçekli suistimallerin saptanmış olduğunu ve bunların önlenmesi için daha etkin denetimlerin yapılmakta olduğunu” söyledi. Rum gazeteci meslektaşların bu konu üzerinde bayağı durduklarını ve inceden inceye sorular sorduklarını da burada takdirle belirtmek isterim. Mary Mcarthy konuşmasında Kıbrıslı Türklere doğrudan dış ticaretine konan ambargoların kaldırılması konusunda hiç değinmedi. Ne garip tesadüftür ki, son Brüksel gezimizdeki tüm konuşmacılar da bu konuya hiç değinmediler. Hatta ortadaki etkinliklerle ilgili bizlere verilen USB kayıtlarında bile, yer almadı bu doğrudan dış ticaret. Halbuki 26 Nisan, 2004 tarihli Konsey kararı  akabinde alınan Komisyon kararları da çok açıktı. Meselenin odak noktasında Kıbrıslı Türklere olan izolasyonların kaldırılması vardır. Serbest dış ticaret de, bu işin esas olmazsa olmazıdır.  Bayan McCarthy’nin resmi AB görüşü olarak değilse bile “kendi kişisel görüşü” olarak belirttiği “Fransa ve Almanya halkının üstesinden gelebildiği şeyin” Kıbrıs’ta da olması gerektiği’ne katılmamak mümkün değil. Bayan McCarthy’nin bu sözleri kendi adına bile söyleyebilmiş olmasını kutlarım öncelikle . Eminim ki McCarthy Almanya ve Fransa kendi sorunlarını aşarken karşılıklı olarak eşit siyasal iradelerini kabul ederek işe başlamış olduklarını da mutlaka biliyorlardır. Bir de Kıbrıs’a bakın tam da bu noktadan. AB Konseyi’nin izolasyonların kaldırılması kararlarına rağmen, tek toplumlu Kıbrıs Cumhuriyeti’nin siyasal iradesi Kıbrıslı Türklerin doğrudan dış ticaret yapmalarını önlüyor, önleyebiliyor. Bırakın bunu, AB’nın anlı şanlı AB kurumlarında Kıbrıslı Türklerin demokratik temsilinde yine açıklar, eksiklikler yaşanıyor. AB Komisyonu ve Parlamentosu başta olmak üzere Bölgeler Komitesi ve Ekonomik ve Sosyal Komitelerdeki temsiliyette, Kıbrıslı Türklere tam bir demokratik izolasyon uygulanıyor yıllarca. Bunların üstesinden AB nasıl gelinebileceğini ivedi olarak karara bağlamak durumundadır. Çünkü 1963’ten beri, Kıbrıslı Türklerin eşit siyasal iradesini gasbettiklerine inanan, tek toplumlu Kıbrıs Cumhuriyeti yetkilileri, buna dayanarak Kıbrısın denizlerinde  savaş çıkartabilecek enerji oyunlarına AB’ni de, ve büyük enerji şirketlerini de ortak edebiliyor. Bu konuda  Başbakan Tufan Erhürman’nın, son basın toplantısında “ Kıbrısın denizlerindeki enerji kaynaklarında Kıbrıslı Türklerin sadece pay hakları alacakları değil, iradeleri de vardır” sözlerine McCarthy’nin özellikle dikkatlerini çekmek isterim. Selimiye’deki etkinliğe katılan Ekonomi ve Enerji Bakanı Özdil Nami aynı etkinlikte yaptığı konuşmada McCarthy’ye AB’nin yapması gerekenleri söylemiştir aslında. “Kıbrıslı Türkler AB’nin barış projesine katılmak istediklerini eylemleriyle kanıtlamışlardır.” Sıra AB’nin ciddi ve tutarlı insiyatif alma zamanıdır. Kıbrıs’ta iki eşit siyasal irade olduğunu unutmadan.