Bu sayfada en çok dile getirdiğim konulardan biri, Kıbrıs Türk Halkı’nın adadaki varlık konusudur. Bu, Türkiye’de son seçimde bolca kullanılan “beka” söylemine hiç benzemez. Çünkü Kıbrıs Türkleri geçmişte gerçekten de, bizim varoluş dediğimiz beka sorunu yaşadılar. Hem de yaman bir beka sorunu yaşadılar. Bunun için direndiler. Yediden yetmişe kadını erkeği, yaşlısı genciyle gerçek anlamda efsanevî bir savaşım verdiler.  

Benim, gerek kişi olarak kendi yaşanmışlıklarımdan, gerekse bir araştırmacı olarak bilip incelediğim pek çok kaynağa yansımış gerçeklerden hareketle vardığım,  adım gibi emin olduğum bir saptamam vardır. Biz bu adada varsak, bunun yalnızca ve yalnızca iki nedeni/etkeni/gerçeği vardır.

Birincisi, bu adada direndik. Adam gibi direndik, ölümüne direndik, silahla direndik, inançla direndik, psikolojik olarak direndik, ekonomik olarak direndik. Direndik oğlu direndik. 15 Kasım 1967 Geçitkale/Köfünye – Boğaziçi/Aytotro saldırısından sonra, Makarios bizi şiddetle dize getiremeyeceğini anlayıp Enosis hedefini zamana yayma politikasını uygulamaya başladığında, cebimize para ve uçak bileti koyup bizi İngilterelere Avustralyalara sepetlemeye çalışırken de direndik.

Bu direnişimiz sonsuza kadar süre gidebilir miydi? Elbette ki süregidemezdi. Bunun bir sonu olacaktı. Bu son ne kadar sürerdi bilinmez. Belki çok uzun zaman da alırdı ama bunun bir sonu olacaktı.

Yadsınamaz bir gerçek bu direnişimizde, bize güç ve destek veren tek bir ülke, tek bir halk, tek bir ulus, anavatanımız Türkiye vardı. O çok zor direniş günlerimizde onu hep yanımızda gördük.  Dünya, bizi yok etme girişimlerini, erimemizi, tükenişimizi seyrederken o yanımızdaydı. Bu, sonsuza dek direnmemizi sağlar mıydı? Elbette ki hayır!        

Tam da bu noktada, bu adada varoluşumuzu sağlayan ikinci neden/etken/gerçek aklımıza gelir: 20 Temmuz 1974 Barış Harekâtı!

Varoluş savaşımımızda yanımızda duran Türkiye, uluslararası anlaşmalardan kaynaklanan garantörlüğünün gereği olan müdahale hakkını, 20 Temmuz 1974’e kadar üç kez, o da sınırlı/sonuç vermeyen biçimde kullanabildi.

21 Aralık 1963 saldırısının hemen ardında, jetlerini uçurdu.

Ağustos 1964’te Erenköy’de jetler bu kez, fiilen harekâta katılıp saldırıyı durdurdular.

15 Kasım 1967’de Geçitkale/Boğaziçi saldırısında son darbeyi vurmaya ramak kaldı ama Amerikalılar, bütün koşullarımızı Rum-Yunan ikilisine kabul ettirerek, o son hamleyi engellediler.

O son hamle 20 Temmuz 1974’te geldi.

Yunan cuntası destekli darbe ile Enosis’e giden yol açılmış, Sampson’un ağzından, (bizzat kendi kulaklarımla da duydum) Kıbrıs Elen Cumhuriyeti kurulduğu ilan edilmişti. Bu resmen ve açıkça, Kıbrıs’taki Türk varlığının sonu demekti.

20 Temmuz 1974, bu adada varoluşumuzu sağlayan birinci etken olan direnişimizin yanında, ikinci etken olarak tarihte yerini aldı.  

Direnmeseydik ve 20 Temmuz olmasaydı, bu ada Yunanistan’a bağlanacak; bu adadaki direnişimizin sonu gelecek ve varlığımız sona erecekti.

Bunu yadsıyanlar olabilir mi? Elbette olabilir: Dünya ve bu coğrafyanın gerçeklerinin ayırımında olmayanlar ya da olmak istemeyen romantik ve ütopik kişiler ya da her şeye, kendi politik/ideolojik  görüşleri doğrultusunda “borudan bakanlar!”        

***

            Demokrat kişiliğimle onur duyarım. Düşünce ve bunu ifade özgürlüğüne inanırım. Yaşamım boyunca da bunun için çaba harcadım.

            Elbette ki saygı duyduğum düşünce ve anlatım özgürlüğü, ille de her düşünce ve anlatımı beğeneceğim ve onu eleştirmeyeceğim anlamına gelmez. Bu bağlamda, konumuz bakımından direnişimizi ve 20 Temmuz’u, başka yönlere çekmek isteyenlere kızarım.

            Her tarihsel olayı, o tarihsel süreçteki ortama, düşünce yapısına, sosyokültürel ve sosyoekonomik yapı ve koşullara göre değerlendirmek gerekir.  Artık tarih olmuş bir olayı, bugünün ortamı, düşünce yapısı, sosyokültürel ve sosyoekonomik yapısına ve koşullarına göre, hele hele kendi ideolojik eğiliminize göre yargılarsanız, sağlıklı sonuçlara varamazsınız.

Bu bağlamda, bizde çokça yapıldığı gibi, 20 Temmuz 1974 sonrasının kötü yönetimlerinin eseri olan kamudaki rezaleti, partizanlığı, üçlü kararname maskaralığını, ganimet dönemini, kamu kaynaklarının yağmasını, trafik kargaşasını, çevre kirliliğini ve betonlaşmayı, elektrik ve telefondaki pahalılığı, popülizmi ve siyaset kurumunun sorun çözmedeki yetersizliğini; sözün kısası 20 Temmuz sonrasındaki, kötü yönetimden kaynaklanan olumsuzlukları, “Türk Direnişi” ile bu direnişin simgesi “TMT”ye ve de “20 Temmuz”a bağlarsanız  ya da bütün bunları o örgütün/hareketin doğal sonucu gibi gösterirseniz, bunun en yalın anlatımı, “softa şaşırtması” yapmakta olduğunuzdur.  

            Benzer durum “Devlet” denen kavramla da ilgilidir. Her şeyi, sorun devletin kendisiymiş gibi algılarsanız ve o gözle bakarsanız, yine softa şaşırtması yapmış olursunuz.

            Konunun savaş karşıtlığı ve antimilitarizmle de hiçbir ilişiği yoktur. Atatürk’ün dediği gibi savaşı en iyi yaşayanlar bilir. Yine Atatürk’ün dediği gibi savaş kendinizi savunmak için yapılmazsa cinayet olur. 20 Temmuz sonuçta bir savaştı. Çok acı sonuçları da oldu. Ama bizim yönümüzden kendimizi savunmamız, varlığını korumamız için yapılan haklı bir savaştı.     

Bunları söylerken Türk Direnişi ve onun simgesi TMT ile 20 Temmuz tabudur, eleştirilemez diye bir yaklaşım içinde değilim. Elbette ki her şeyin, her kişinin, her olayın eleştirilecek, yargılanacak yanı vardır ama bu adam gibi yapılmalıdır.

            Bu karmaşık bir konu! Felsefi yönü de var. Bu bakımdan meramımı anlatabildim mi emin değilim. “Eşeğini dövemeyen semerini döver” atasözümüz var ya! Söylemek istediğim onun gibi bir şey!