Eylül, sonbaharın gelişini gösteren aydır. Göklerde arıkuşlarının cıvıldaşması yankılanır. Yazın bulutsuz gökleri grileşip değişim işaretleri verir. İlk yağmurlar düşer. Plajlar boşalır.

Eskiler, Ağustos’un yarısı yaz, yarısı kış derlerdi. Kış derken gerçekten kış değildi anlatılmak istenen! Ağustos’un ikinci yarısının, göreceli olarak serinleyeceği anlatılmak istenirdi. Oysa son zamanlarda mevsim kaymaları yaşandığı inancı oldukça yüksektir. Bilimsel veriler de bu yöndedir ve bunu yaşayarak görüyoruz. Kimse Ağustos’un ikinci yarısının “kış” olduğuna inanmıyor artık! Bırakın Ağustos’un ikinci yarısını, Eylül’ü devirmek üzereyiz de cehennemi sıcaklar süregidiyor daha!

            Eylül’le başlayan sonbahar ya da “hazan,” şiirlerde, şarkılarda “hüzün” olarak simgeleşir. Nedeni bu mevsimde ağaçların yapraklarını dökmesidir. Bizim coğrafyada bunu pek görmeyiz ama birçok coğrafyada çok belirgin biçimde yaşanır ağaç yapraklarının düşmesi! Oralarda sonbahar görüntüleri çok güzel olur.

Eylül’ün, siyasal ve toplumsal yaşamımızda da yeri vardır: Eylül’de ya da hemen sonrasında yeni saat dilimine geçilir. Devlet kurumlarının çalışma saatleri değişir. Okullar açılır. Yeni adli yıl başlar. Meclis bile yeni yasama yılına sonbaharda başlar.

Ve ilginçtir, siyasal ve toplumsal yaşamımızda da Eylül, bizi “hazan”ın hüznüne sokarcasına,  sorunlu ya da sorunların yeniden dillendirildiği aydır.

YENİ ADLİ YIL DOLAYISIYLA YÜKSEK MAHKEME BAŞKANININ SÖYLEDİKLERİ YENİLİR YUTULUR GİBİ DEĞİL

Geçmiş yıllarda olduğu gibi, adli tatil sona erdi ve yeni adli yıl başladı. Törenler, konuşmalar yapıldı. Yargının başı sayılan Yüksek Mahkeme Başkanı, bunu fırsat bilerek yargının sorunlarını gözler önüne serdi.

Aslında hemen hemen her yıl, bir yıl önce söylenenler yinelenedurur. Bu yinelenedurma, rutin bir yineleme gibi algılanır ki bir yıl sonra değişen bir şey olmaz. Tıpkı Haldun Taner’in oyununun adı gibi: “Ve değirmen dönerdi…”

Bu yıl, Yüksek Mahkeme Başkanı Narin Ferdi Şefik, zehir zemberek bir konuşma yaptı. Yenilip yutulması zor şeyler söyledi. Ve tabii doğru ve haklı şeyler söyledi.

Peki ama bu değirmen hep aynı biçimde mi dönüp duracak? Yargının sorunları sürüp gidecek mi? Bir yıl sonra Sayın Narin Ferdi Şefik aynı şeyleri söylemek zorunda mı kalacak?  

Bunlar gibi daha bir sürü soru sıralamak mümkün!       

YENİ ÖĞRETİM YILINDA EĞİTİM DE SORUNLU

Hiç aklımın almadığı bir konu da her yıl Eylül ayında eğitimin sorunlarla başlamasının kanıksanmış ve de hatta gelenekselleşmiş olması: Okullar/sınıflar hazır olmaz. Öğretmen eksikliği olur. Kitaplar/kırtasiye hazır olmaz. Nakiller yapılmamış olur. Falan filan!

Peki ama eğitim takvimi belli: Falan zamanda eğitim başlar, falan filan tatiller olur, falan zamanda yaz tatiline girilir, her Eylül ayında da yeni öğretim yılı başlar. O zaman sorunların çözümü için bir plan program yapılması ve yaz tatiline girerken yeni öğretim yılına da hazır olunması gerekmez mi? Ki bildiğim kadarıyla örnek alınan AB ülkelerinde işler öyle yürür. Herhalde Güney komşumuzda da öyle yürür.

Biz bu kadar mı plansız programsızız? Bu kadar mı beceriksiziz? İşler bu kadar mı el yordamıyla yürüyor?    

Hem rutin işleri bile hükümete, bakana bırakmak da neyin nesi oluyor? Öğretmen eksikliğinin giderilmesi, okulların/sınıfların ve kitaplarla kırtasiyenin hazır olması, nakillerin ve benzer işlerin yapılması, niye ille de hükümetin ve bakanın kıpırdamasını (ya da keyfini) gerektirsin ve niye Devlet’in sürekli bir işlevi olarak kendiliğinden yürümesin?

Elbette bunun en büyük sorumluluğu, günün Eğitim Bakanı’ndadır ama eski eğitim bakanlarının “mal bulmuş mağrıbî” örneği ortaya çıkıp bu durumu eleştirmesi şaka gibi! İroni yüklü! Buna gülünüp geçilir, çünkü bu sorunlar hemen hemen her Eylül’de ve onların döneminde de yaşandı.

SÖZÜN KISASI

Dikkat edilirse yargının sorunlarıyla eğitimin, bu bağlamdaki sorunları, her yönden farklıdır. Yargının sorunları anayasal ve yapısaldır ama eğitimin değindiğimiz sorunları rutin/günlük sorunlardır. Elbette ki eğitimin temel sorunları da var ama burada konu olan rutin ve bu Eylül ayında, yeniden ayırımına varılan sorunlardır.

Sonuçta anayasal, yapısal ve rutin sorunların tümü, kurumsal olarak siyasetin sorunudur, çünkü siyaset ve siyaset kurumunun önde gelen niteliği, bir anlamıyla “sorun çözme sanatı” olmasıdır. Doğal olarak, yukarıda dile getirilen ve getirilmeyen tüm sorunları çözmesi gereken de siyaset kurumudur. Dolayısıyla gerek (rutin olanlar dahil) devletin işlevleri, gerekse siyasetin yapısal sorunları ile ilgili birinci sorumlu, bu sorunları çözmeyen ya da çözemeyen ve toplumun gereksinimlerine yanıt vermeyen ya da veremeyen, tam tersi kendisi sorun haline gelerek ciddi biçimde yıpranan siyaset kurumudur.

Dörtlü koalisyon hükümeti, çok şanssız bir dönem yaşıyor ama iz bırakabilecek işler başarabilir ve siyaset kurumunun alnındaki “sorun çözemez” yaftasını anlamsızlaştırabilir.  

Yargı sorunları mesela: Muhakkak çözüm aranmalı, anayasal değişiklik gerektirse bile bu konuda adım atılmalıdır. Elbette ki, özellikle anayasal değişiklik gerektiren durumlarda, fırsat bu fırsat deyip daha önce yapıldığı gibi işin içine başka anayasal değişiklikler de karıştırılmamalıdır. Çünkü karıştırılırsa iş rayından çıkabilir ve reddine zemin hazırlanır.

Eğitim konusuna gelince:

Her şeyden önce rutin konularda her yıl tıkanmalar yaşanmasına fırsat verilmemeli! Bunun hiç de zor bir iş olduğunu düşünmüyorum. Haziranda okullar tatile girerken rutin konular çözümlenmiş olmalıdır. Ve ne yapıp edilmeli, her hükümet, hatta her bakanla değişebilecek eğitim sistemi yerine Devlet’in eğitim politikası belirlenmelidir.

Sözün kısası, bir sonraki Eylül’de Yüksek Mahkeme Başkanı bu yıl söylediklerini yineleme gereğini duymamalı; yeni eğitim dönemi kaosla başlamamalıdır.

Ne çok şey istiyorsun denebilir ama yineleyeyim ki siyaset sorun çözme sanatıdır ve siyasetteki başarısızlıkların mazereti olmaz.