Türkiye bağlantılı TL para uygulaması, döviz karşısında büyük bir değer kaybına neden olurken, döviz de tırmanışa geçmiştir.  Ekonomi ve para politikasını her zaman domino taşlarına benzetirim.   Hani bir makinanın dişlerinden birisi kopunca, yıkım ve tıkanıklık başlar...Yani ekonominin kendi sistemi, maalesef pahalılığı da beraberinde getiriyor.

            Erken Genel Seçimlerinin arifesinde dövizin fırlaması, eleştirel anlamda elbette ki muhalefete de malzeme olmuştur. 

            Yok sistem şöyle olsaydı, böyle olmazdı, yok yanlış bir para politikası güdülmeseydi halk bu pahalılığı yaşamazdı, gibi eleştiriler. Kimisi de paramızın euro’ye dönüştürülmesinin tezini ortaya atarken, bu fikri savunanlar elbette biliyorlar bunun mümkün olmadığını.

            Maalesef üreticiler ve marketler, durmaksızın mallara bindiriyorlar.  O mala bindirme politikasını şöyle savunur tüccarlar.

            “Ne yapalım...  Madem ithalatta döviz kullanıyoruz, biz de mecburuz elimizdeki malı gerçek değeri üzerinden piyasaya sürmeye” derler.

            Esasında bu durum, gerçek anlamda istismara açık bir durumdur.  Yani geçmişte kullandığım bir benzetme gibi.

            Hani deriz ya, “Kör tuttuğunu şey eder” diye, amiyane bir tabirle. Yani tüccarlar veya stokçular kendilerini garantiye alırlarken, zavallı tüketicinin cebindeki para da gittikçe azalıyor.

            Ne yapsın bordroya ve sabit gelire makhum insanlar?

            Genel anlamda halkın profiline baktığımızda, pek çok insanın bu dar boğazdan çıkış yolları aradıklarını görürüz.  Bu dar boğaz neyi getiriyor?

            İki günden beri işsiz, aşsız ve parasız kalan insanlar Türk-Sen’in kapısına dayandı, güneyde çalışmak için.  Malum... Türk-Sen, her zaman kuzeyle güney arasında bir köprü vazifesi görüyor.  O köprüde, güneyden emekli insanların maaşları,  güneyden gelen çekleri, hayatta olup olmadıklarına dair yoklama kağıtları ve dahaları var.  Bir de güneyde işçi talebinde bulunan bazı Rum işletmecilerin istedikleri kalifiye elemanları kendi işletmelerinde çalıştırma istemleri var.

            Haliyle şu soru da geliyor akla.

            İşveren durumuna giren işletmeci Rum, acaba bir Türkü çalıştırdığı zaman, emeğinin karşılığını gerçek değer üzerinden mi ödeyecek?  Her ne ise.  Bu da bir başka durum.

            Esasında empati paymak  ve çaresiz kalan bu insanların ekonomik yapılarına katkı koymak lazım.  Bir an için düşünüyorum...  Şayet ben de işsiz ve parasız kalsaydım, kalabalık bir aile nüfusuna sahip olsaydım, herhalde ben de Türk-Sen’in kapısına dayanacaktım.  Temelde benim savunduğum bir fikir var, ta geçmişten bugüne kadar.

            “Bizim Rumlara ihtiyacımız yoktur” demişimdir.

            Bu sözü hangi anlamda kullanmışım?

            Bu sözüm, güneye gezmeye giden ve euro ödeyerek ıvır zıvır alan insanlaradır. O bağlamda güneyden satın alınacak malın envayisi bizde dardır, diyorum.  Özellikle konfeksiyon alanında...

            Demek hayatın acımasızlıkları bizi Ruma muhtaç edebiliyormuş.

            Tıpkı Rumların Larnaka’da patlayan trafolarının yanması sonucunda elektriksiz kalınca bizden elektrik almaları gibi.  Yarın bizden su da isteyecekler.  Bunlar Kıbrıs’ın ve Kıbrıslı’nın gerçekleridir.  Dün Rumlara, bugün de Türklere vuruyor hayatın piyangosu.

            Çaresiz kalıp da güneyde çalışma talebinde bulunan insanların bu zorluklarına şu yanıtımız olabilir.

            “Madem Rumlar güneydeki pahalılıktan zarar görmemek için kuzeye geçerek güneyden alacakları malı 1/5 fiyatına euro bozdurarak alabiliyorlar ve bizim sayemizde kendi bütçelerini besliyorlar,  bizim çaresiz insanlarımızın da güneyde çalışma talebini eleştirmemek lazım, diye düşünüyorum.  Bu iki durum da bizim gerçeklerimizdir.

            Bütün bunları neden yaşıyoruz?   Biz bir türlü, Rumlar da bir başka türlü götürüyor hayatı.

            Bütün bunların sorumluları,  ENOSİS hayalleri yüzünden adayı kana bulayan saçma hayalleri yüzünden binlerce Türk ve Rumun göçmen durumuna düşmesine sebep olan Rum fanatiklerdir.

            Gerçek de budur.  Madem Osmanlı bu adayı elinden kaçırdı ve İngiliz’e teslim etti, o zaman bu halk da İngiliz’in koymuş olduğu bütün şartlarla, ekonomik, sosyal ve siyasal olsun, bütün gerçeklerle yaşamak zorundaydı.  Ama İngiliz idaresi Rumların kıçına battı, sonra da ENOSİS atına bindiler.  İşte savaşın getirdiği durumlar, Maraş’ın Türklerin eline geçişi ve özgürlük sınırımız...

            Ve herşeye rağmen yine de iki halkın zaman zaman birbirine muhtaç oluşu var.

            57 yıldan beri süregelen Kıbrıs sorunu bir türlü çözümlenemiyor.  Neden? Rumların  egoları ve Türklere yaşama hakkı vermek istememeleri yüzünden.

            Halbuki Ersin Tatar’ın ortaya koymuş olduğu yan yana iki eşit ve egemen devletçiğin birbirini tanıyarak, mutlu bir Kıbrıs yaratılmasıdır.  Rumlar Doğu Akdeniz’de Türkiye’ye inat sondaj çalışmalarını sürdürüyorlar.  Yani paylaşmayı kabul etmiyorlar.  O zaman hem onlar kaybedecek, hem de biz.  Çok şükür biz Türklerin arkasında koskoca Türkiye var da hayatı kurtarıyoruz.  Ekonomik sıkıntılarımız olsa da özgür yaşamaya devam ediyoruz.

            Halbuki mutlu bir Kıbrıs yaratılsa, hem ada ekonomisi düzelecek, hem ada turizmi kabul görecek, hem de karşılıklı ticari ilişkilerin gelişmesiyle eski dostluklar tesis edilerek, acılara sünger çekilecek.

Adanın bölünmesinden mutlu değil miyiz?  Elbette mutluyuz.  Hayatımızdaki katliamlar, sokaklardan alınıp götürülen ve meçhul yerlerde öldürülüp, meçhul yerlere gömülen insanların dramı ortadan kalkmış, özgürlüğün tadını tadmışız.  Lakin yukarıda ifade ettiğim gibi adadaki çözümsüzlük, maalesef iki toplum arasındaki tezatları ve açmazları gün yüzüne çıkartıyor.

            Şayet geçmiş zor günlerimizi düşünürsek, bir nebze rahatlarız, Dale Carnegie’nin söylediği gibi.

            Dale Carnegie ne der zor durum için?

            “Ey insanoğlu, en zor anınızda, en hayati durumunuzda en kötü şeyin ne olduğunu düşünürseniz, rahatlar ve olaya daha sağlıklı bakmış olursunuz.  İnsanın en kötü anı nedir?  Ölüm.  Şayet ölümü göze almışsanız, ölümden öte birşey yoktur.”

            Ne kadar mantıklı, değil mi?

            O zaman yaşamak için mücadele etmek zorundayız.  Bütün zorluklara rağmen.

            O halde güneye geçecek kardeşlerimiz kötünün kötüsünü düşündüğünde,  ölüm olmasa bile, en kötünün işvereni rumun kendilerini kovmaları ve kuzeye geçmeleridir. Yani bir şans denemesi gibi bir durum.

            Kısacası çaresiz kalan insaları kınamamak ve eleştirmemek lazım.  Lakin zor ve acı da olsa, geçmişteki zor günlerimizi düşünerek, bunun da üstesinden geleceğimizi düşünüyorum.  Yıllardan beri bizi besleyen Anavatan elbette buna da bir çare bulacak ve şu dar boğazı da geçeceğiz.  O zaman dişimizi sıkmaktan başka çaremiz yoktur, demektir.

            Yani çaresizlik...  O çaresizlik değil mi insanlara çıkış yolları aratan?