Toplumsal var oluşumuzun son durağı olan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 27’nci yıl dönümünde cumhuriyeti kurmanın yeterli olmadığını düşünüyorum.  Bunu düşünürken kendimi de, toplumu da, bütün siyasilerimizi ve tüm dünya devletlerini de yargılıyorum.

       Bir yargıya varmak için yaşanmışlıkları görmek lazım.  Sonra önümüzdeki uzun yola veya katettiğimiz diğer uzun yola baktığımızda “buraya nasıl geldim?” sorusunu sorarız.

       Gerçekten buraya nasıl gelmişiz?  Bu Cumhuriyeti nasıl kurmuşuz?  Bu Cumhuriyetin kurulmasında önemli rol oynayan etmenler nelerdir?

        Esasında bu soruların cevabını defaten vermişimdir yazılarımızda da açık oturumlarımda da.  Bu uzun yoldaki acılarımızı, umutlarımızı, beklentilerimizi hep sıralamışım...

       Bazen şu karşımızdaki “düşman”ın bizlere ne büyük iyilikler ettiğini düşünürüm.  “Hiç düşman iyilik eder mi?” sorusunu sormayın sakın bana.  Sormayın çünkü karşımızdaki toplumu “düşman” olarak nitelememize neden olan olaylar, işte o gerçek “düşman”ı yarattı.  Eskiden “dost” dediklerimiz, şimdi düşman oldu.  Hem de adım adım büyüyen bir uçurum gibi iki halkta meydana gelen ciddi çatışmalar ve kendiliğinden olagelen ayırımlar ve de bölünmeler... Düşman hata yapmasa biz KKTC’yi kurma noktasına gelir ve bir devlet yaratır mıydık?  O nedenle düşmana dua ediyorum.

      Şimdiki cenerasyona anlatırız da onlar bir masal dinler gibi algılarlar anlattıklarımızı.  Burada bir empati yapalım.  Şayet kendimizi onların yerine koyarsak, o zaman Osmanlı tarihinde geçen olayları, İstanbul’un fethini, Çaldıranları, Mohaç Meydan Savaşlarını, Viyana Kuşatmasını, Atatürk’ün Kurtuluş Savaşını öylesine algıladığımızı anımsar ve biraz da onlara hak veririz.  Sadece onların bizden tek farkı ve avantajı nedir cenerasyon açısından?  Karşılarında hala hayatta birer canlı tarih olan babalar, analar, amcalar, dayılar ve dünya kadar acıları ve savaşları görmüş insanlar var.  İşte o bağlamda empati bir yere kadar.

      Bütün bunlar geldiğimiz o uzun yolun dokusunda ve izlerinde vardır.   Lakin şu anda devam etmekte olan ikili görüşmelere ve Rumların uzlaşmazlıklarına baktığımda da; terimizle, emeğimizle, kanımız ve canımızla kurmuş olduğumuz Cumhuriyetimizi, çok değerli bir yapı ve kalıcılık anlayışı ile gerçekleştirdiğimizi anlarız.  Adına “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti” dediğimiz 27 yaşındaki genç Cumhuriyetimizin kurulması bize yeter mi?  Yahut da Cumhuriyeti kurmak yeterli mi, sorularının karmaşası içinde ben de “yeterli değildir” diyorum. 

      Çıkarın başınızdaki şapkayı ve önünüze koyun.  Sonra derin derin hayatımızı düşünün.  Düşünürken de evrensel değerler bağlamında insanın insan olduğunu unutmadan, bizi burayalara getiren nedenleri kafanızda tartın, sonra da şöyle deyin.

       “Evet!  Biz doğru bir adım attık KKTC’yi kurarken.”deyiniz.  Sonra düşünmeye devam ediniz.

       Bugüne kadar veya şu anda içinde bulunduğumuz ve bitmek üzere olan 2010 yılının sonlarına kadar kaç kez Rumlarla bir gelecek girişiminde bulunduk?  Kaç kez masaya oturduk. Bunca acılara, bunca toplu katliamlara, bunca göçlere ve yakılıp yıkılan hayatlara karşın masaya oturduk.  Masaya oturduk da ne oldu?  Elimize ne geçti?  Kocaman bir hiç.  Yani KKTC gerçeği somut ve net bir varlık olarak burada dururken, görüşmelerden öte, tek çıkış yolu olduğumuzun bu Cumhuriyet olduğunu düşünüyorum.

      Siz sanır mısınız ki bu ikili görüşmelerden bir şey çıkacak?  Çıkmayacak ve önünde sonunda bütün dünya da dahil, mutlaka iki devlet veya KKTC’nin kabulünde birleşecek.  Çünkü Rumlar hiç değişmemişler ve egoları ile yaşamaya devam etmektedirler.  O nedenle KKTC’yi bir yerlere taşımaktan başka çıkış yolumuz yoktur, diyorum.

     Bu sorunları dile getirirken, Rumların ambargolarını  düşündüğümüzde, Rumların; kendi uzlaşmazlıkları ile de kendi kendilerine ambargo koyduklarının farkında olmadıklarını görürüz.

     O zaman bir daha soruyorum!

     “KKTC’yi kurmak yeterli mi?”

     Size yanıtlasanız da, yanıtlamasanız da, ben size “yeterli değil” diyorum.  Yeterli değil çünkü kendi ulusal hedeflerimizi ve gerçek kimliğimizi sulandırıyoruz yeni arayışlara giriyoruz.  O yeni arayışlar, belki de “akan suyun sesine kulak vermek” gibi algılansa da, dış dünyanın baskı unsuru olmaya devam etmesi bir yana, biz kendi stratejilerimizle KKTC’nin gerçek anlamda var olduğunu ve tanınma yolunda ilerlediğini vurgulamamız ve bu uğurda büyük uğraşlar vermemiz gerekliliğini vurguluyorum.

     Belki de başka sorular da gelecek akla?

   “Ya Türkiye’nin çıkarları?” veya “Türkiye’nin AB beklentileri?” 

    Türkiye orada bütün azameti ve görkemi ile güçlü bir devlet olmanın görüntüsünü veriyor.  Bugün Türkiye’nin doğu ülkeleri ile imzalamış olduğu ticari ve kültürel anlaşmalar, onun batıya ihtiyacı olmadığı mesajını veriyor.  O halde burada da bir Kıbrıs gerçeği var önümüzde.  Türkiye bu gerçekle yaşamaya devam ediyor ama, kulağını da doğu ile batıya çevirerek gelecek seslere göre hareket etmeye devam ediyor.  Ama KKTC gerçeği hala somut olarak Türkiye’nin ve bütün dünyanın gözü önünde duruyor.

    Bugün ada dışındaki kardeşlerime de bir soru sormak istiyorum...

    “Sizler, hangi ülkede olursanız olunuz, birer KKTC elçisi olduğunuzu biliyor musunuz?”  Veya “KKTC’nin tanınması için güçlü lobicilik anlayışınızı ortaya koyabiliyor musunuz?”.

     Bazen “Rumların güçlü lobileri vardır” deriz de kendimizi şöyle bir tartmayız.  O güçlü lobiler değil mi Rum siyasetini bir yerlere taşıyan ve Kıbrıs sorununu tıkayan?

     Fakat her şeye karşın, yine de KKTC gerçeğinin varlığına bakarak ve inanarak politikalar üretmenin bir vatandaşlık borcu olduğunu bilmek lazım. Bu her Türkün görevidir ve o görevi de yerine getirmesi kaçınılmazdır.

     Ve son kez soruyorum!

     “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetini kurmak yeterli mi?”