Bugün KKTC’nin 34’ncü doğum günü...  Yoktan var ettiğimiz bir devletin Cumhuriyeti ve özgür toprakları...
    Zaman zaman vurgu yaptığımız bir husus vardır.
    “Kıbrıs Türkü buralara ne kadar zamanda ve nasıl geldi?”
 Bunu düşünmek ve devletimize sahip çıkmak lazım.
    Şayet bu mücadelenin başlangıç tarihini 1950 olarak alırsak (Rumların ENOSİS Plebisitini saymazsak), tamı tamına 67 yıl bu topraklarda kan döktüğümüzü, ter akıttığımızı ve nice hayatlar verdiğimizi hemen anlarız.
    Esasında motif motif taramak ve kronolojik olarak neler yaşadıklarımızı belgeleri ile incelemek ve şu anda elde etmiş olduğumuz Cumhuriyetin kıymetinin paha ile ölçülemeyecek kadar büyük ve sınırsız olduğunu da anlamış oluruz.
    Bir de şunu düşünüyorum yeni nesillerin şansları ve olanakları açısından.
    1950’li yıllara döndüğümüzde, karma ve içiçe yaşayan ama hiçbir zaman dost olamayan Türklerle Rumların ta o zamandan kendi iç dinamikleri ile çatışmaya başladıkları bir gerçek olduğunu anlarız.
    Tabii ki gerçek anlamda dost olan nice masum insan vardı.  Hani dostluklar, sevinçler ve kederler evrenseldir deriz ya...  Bu durumu ayrı bir yere koyup, gerçeğe göz atalım.
    Daha da gerilere giderek tarihin yapraklarını çevirdiğimizde, Girit Türklerinin akibeti hakkında da geniş bilgiye sahip olabiliriz.  Rumların Akritas Planı, Girit misali bir operasyonunu içeriyordu.  Yani bir gecede bütün Türkler kesilip biçilecek, sonra da ada, Yunanistan’a ilhak edilecekti. Girit’te öyle yapmışlardı.  Neden yapmışlardı ve oradaki Türkler varlıklarını sürdürememişlerdir?
    Onlar varlıklarını sürdürememişler, çünkü bizim gibi arkalarında güçlü bir Türkiye yoktu.  Birinci Dünya Savaşı’ndan çıkmış bir Türkiye’nin ancak da kendi topraklarını ve kendi vatandaşlarını, çerçevesi çizilmiş bir toprak içinde korumaya müsaitti.  Hatta o bile müsait değildi.
    Batılıların yaptıkları bir benzetme vardı Türkiye için.
    “Türkiye, Avrupa’nın hasta adamı” diyorlardı.
    O mücadele yıllarında olan olmuş ve Girit Türkleri haritadan silinmişti.  Şimdi oralarda sirtaki çalınır, uzo içilir.  Bütün evlerin pancurları ve kapıları maviye boyanmıştır. 
    Tarihten ders almak adına, Girit ve elden giden Türk topraklarına bakarak Kıbrıs’ın en azından yarısını kurtarmak, hepimiz için bir milli görev olmuş ve “TAKSİM” tezi ile bayrak ve ulusal davaya sarılmıştık.
    Rumlar “ENOSİS” derken, bizler de “TAKSİM” diye meydanlarda naralar atıyor, pankartlar açıyor, gözlerimizi Toros Dağlarına ve kuzeye çeviriyorduk.
    Bizi ancak Anavatan Türkiye kurtarabilirdi.
    O çocukluk yıllarımızda göndere İngiliz Bayrağını çektiğimizi de asla unutmadık.  İstiklâl Marşı yerine İngiliz’in Kraliyet Marşı’nı okuduğumuzu da unutmadık.  Tabii ki EOKA’nın patlatmış olduğu bombalar, kurşunlayarak öldürdükleri İngiliz ve Türkler de o tarihin sayfalarına gömülmüş ve içimizde derin yaralar açmıştır.
    İşte o süreçte başlamıştı Türkiye’nin Kıbrıs davasındaki uyanışı.  Türkiye uyanacak ve Kıbrıs Türkü kurtuluş yollarını bulacaktı.  Nitekim Türkiye bir süre sonra Kıbrıs davasının içine girmişti.  O bir uyanıştı.
    Yaklaşık yirmi yıl kadar önce gazeteci grubu ile Ankara’ya gittiğimizde rahmetlik Ecevit’e şöyle demiştim.
    “Sayın Başbakan, size şükranlarımızı sunmaya geldik.  Size şükran borçluyuz çünkü bizi kurtardınız.”
    Benim sözüm üzerine bana şu yanıtı vermişti:
    “Bakınız, siz her zaman Türkiye’ye şükran duygularınızı ifade edersiniz.  Lâkin gerçek şudur.  Türkiye Kıbrıs Türkü’nü kurtarmadı, Kıbrıs Türkü Türkiye’yi kurtardı.”
    Hayli ilginç bir yanıttı.  Sonra onun yorumunu yine kendisi yapmıştı.
    “Kıbrıs Türkü Türkiye’yi uyandırmasaydı, Türkiye uluslararası arenada bu kadar güçlü bir yerde olmazdı.  O bir uyanıştı bizim için.  Bakınız Türkiye ne kadar itibar kazanmış Kıbrıs sayesinde bütün dünya üzerinde.”
    Londra ve Zürih Anlaşmaları, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulmasını sağladı.  Lakin Rumların bitmeyen ENOSİS hayalleri yüzünden o Cumhuriyet de önemini ve anlamını kaybetti.  Çünkü 21 Aralık 1963 olayları ile beraber o Cumhuriyetin Türk kanadı tamamen dışlanmış ve yarım Kıbrıs kalmıştır.
    Hani tahammül etmek diye bir anlayış vardır.  21 Aralık olayları başladığında Dr. Küçük, dönemin Başbakanı İsmet İnönü’ye imdat telefonları açtığında, İnönü, “Sabredeceksiniz Sayın Küçük.  Şayet sabrederseniz siz kazanacaksınız” demişti.
    İnönü’nün sabır dediği zaman dilimi, tamı tamına on bir yıl süren getto hayatımızdır.  Yani sabır dediği şey...
    Ve 20 Temmuz 1974’le gelişen adanın bölünmesi, bir diğer deyişle, TAKSİM’in gerçekleşmesi vuku bulmuştur.
    O tarihle başlayan yeni yaşantımız aktı aktı gitti ve her geçen günler büyüdük ve bütün kurumları ile bir bütünü oluşturduk.  Ve o bütünün tamamlayıcısı da KKTC’nin kuruluşu oldu.
    Yeni nesiller mutlaka ama mutlaka yaşadıklarımızı iyi okumalı ve kendi hayatlarını iyi analiz etmelidirler.  Daha da önemlisi karşılarındaki Rum milletinin ne mal olduğunu idrak etmelidirler.
    Hani derler ya... “Türk’ün dostu yine Türktür” diye.  O anlayış içinde cephede savaşan bir mücahit gibi KKTC’nin yaşatılmasına bütün gücümüzü ve yüreklerimizi ortaya koymalıyız.  Daha ne diyelim ki...  Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti bugün tam 34 yaşında.
    Bu genç cumhuriyeti yaşatmak hepimize düşen bir görevdir, onu da unutmayalım.
    Cumhuriyetimize nice 34 yıllar...