Dönmüyordu dünya. Duruyordu yerinde sabit ve tepsi gibi düzdü.
Ortaçağ Avrupasının doğrusuydu bu, öylesine doğruydu ki, aksini düşünmek hele de söylemek, cezalandırılmaya, aforoz edilmeye yeterdi.
Bu, Avrupa insanlarının doğrusuydu ve göçmen kuşlar göç ediyorlardı dünyanın dönmesinden dolayı sıcak olmaya başlayan yaşam alanlarına doğru, soğumaya başlayan yaşam alanlarından.
Frenk Kralı farkında değildi kuşların ve göçlerin ve kuşlar, Frenk Kralı yasak koysaydı bile onlara, iplemez uçmaya konmaya göçmeye şakımaya devam edeceklerdi.
Dünyanın dönmediği ve düz olduğu tepsi gibi kralların ve kulların doğrusuydu.
Dünya yuvarlaktı ve dönüyordu ekseni etrafında, Güneş etrafındaki yörüngesinde de. Bu da dünyanın doğrusuydu.
İnsanların ve elbette kralların, padişahların, ne bildikleri, ne düşündükleri ve ne yaptıkları umrunda bile değildi tabiatın ve kainatın, o, kendini serüvenini yaşıyordu. Ve insanların en çok bilenleri ile, başka en çok bilenleri ve güçlüleri, kalem kuşanmış, kılıç çekmiş hay ediyorlardı bir birlerinin üstüne üstüne. Dönüyor, hayır dönmüyor diye. Mevsimler de hiç iplemeden engizisyonu ve Galileo Galilei’yi, sıcak, soğuk, yağmur, kar, boran diye kendilerini sürdürüyordu.
Avrupanın egemenleri, emir üstüne emir, üstüne kanun hükmünde karaname yayınlasa da, geceler, gündüzler bir birini eskitiyor ve horoz, saat diye bir aygıtın varlığından habersiz, güneşin doğmak üzre olduğunu ötüyordu kulaklarına kulaklarına kralların.
Derken, bilim yendi engizisyonu ve koydu şak diye kendi doğrusunu, maddenin en küçük parçası atomdur ve parçalanamaz asla, diye. Oysa insanlar atomu keşfetmezden çok önce atom vardı ve parçalanıyordu, parçalanabilirdi, atomun parçalanamaz en küçük parça olduğuna dair bilimsel ve tartışılamaz ‘doğru’, sadece, kâinat ve tabiatın canlılarından bir tanesi olan ve fakat kendini, tabiat ve kâinatın en yücesi hatta sahibi zannedecek kadar önemsemekten muzdarip insancıklar için doğruydu ve bu doğru, insanın atomu parçalayabilecek gözlem aşamasına, bilgi birikimine ulaşamamış olmasının , bir bakıma cehaletinin bir doğrusuydu. 
Kâinat  karşısında nerdeyse diğer canlılar kadar çaresiz ve zavallı olan insan, bir gün belki gerçeğini anlar ve hayata, tabiata hükmetmekten vaz geçer diye dönüyor dünya.
Tartışılamaz ne doğrular eskidi, yanlışa döndü cehaletin çöp sepetine atıldı.
1963 te, 1974 de söylediğimiz hatta sloganlaştırdığımız doğruların arkasında dimdik yürüyoruz çelik adımlarla biz diyen varsa eğer, dün dünde kaldı, bu gün de bitmek üzere ve yarın çok başka gün olacaktır.
Misal;  Başpiskopos iken aynı zamanda Cumhurbaşkanı da olan Makarios’un, hiçbir Kıbrıs eleninin tartışmadığı tartışamadığı bir doğrusu vardı, Kıbrıs bir elen adasıdır diye, ve yalnız elenler değil, koca BM de tartışılmaz buluyordu bunu.
Sonra ne mi oldu.
Kıbrıs adacığında, şuncacık adacıkta sloganına esir olan elenler sayesinde iki devlet var.
Ve bu gün.
‘Kıbrıs türkleri azınlıktır’ diye bir sloganı tez diye öne sürmek ve buna karşı ‘bir çakıl taşı bile vermeyiz’sloganına antitez diye sarılmak, asla ve katiyen bir senteze varmaz. Varamaz, varsa varsa savaş potansiyeline varır.
Gün, aklı başa toplamak ve sosyolojik kültürel hakikatlere uygun sentezi bulmaktır.
Sosyolojik, tarihi ve kültürel hakikat Kıbrıs adasında iki ayrı halk diyor.
Klise çatlasa da, patlasa da, engizisyonu  kursa da, dünya dönüyordu.
Ve dönüyor. Ne Anastasiedes ne rum ulusal meclisi ve ne de hazreti klise bunu durduramaz.
Dünya dönüyor, bir gün klise  de hakikati görecek diye dönüyor