İsmail BOZKURT

             Corona belasının ülkemizde de boy gösterdiği günlerde oğlum Orkun Bozkurt’un bir paylaşımını anımsıyorum. “Görüp yaşadığımız onca olağandışılıktan sonra Corona’yı da gördük, geride herhalde artık uzaylıları dünyamızda görmek kaldı” anlamında esprili bir paylaşımdı.

Gerçekten de biz Kıbrıs Türkleri neler görüp yaşamadık bu ülkede: Yokluk, göç, savaş, ekonomik sıkıntının dik alasını gördük. Dışlandık, soykırım nitelikli kıyımlara uğradık. Sıfır ekonomi ile da bölgelere sıkıştırıldık. İletişimsizliğin dik alasını yaşadık. Yıllarca kuşatma altında kaldık. Tüfeklerin namluları altında sürekli kaygı, tedirginlik ve korku dolu yıllar geçirdik.

Ada’yı terk etmek için bize pasaport ve bilet verildiğini, cebimize para bile verildiğini gördük.

Banka krizleri de yaşadık, döviz krizi de, enflasyon da! İşkencehane bir kamu yönetimimiz de oldu, popülizm için tüm devlet kaynaklarının çarçur edildiğini de gördük.

Zorlu bir demokrasi kavgamız da oldu. Devlet bozduk, devlet kurduk.

Bizi yok etmeyi öngören Akritas belasından efsanevî direnişimizle kurtulduk. 20 Temmuz 1974 gibi bir mutluluk yaşadık.

Yaşadıklarımız karşısında dünyanın kılını bile kıpırdatmadığını da gördük, en haklı durumda olduğumuzda dahi bize haksınız denmediğini de! 

İnanılmaz güzellikler de yaşadık bu ülkede! Yalnız tek örnek vereceğim: 1964 sonrasında imecenin, dayanışmanın, topluca özverinin en yücesini gösterdik, hem kendi kendimize, hem dünyaya! En tepesinden an diptekine kadar “eşit” maaş/ücret aldık. Gerçi bunu yalnız kamuda yaptık ama bu bile, insanımızda ve genel anlamda toplumda inanılmaz bir birliktelik ve özgüven yarattı.        

Saymakla bitmez yaşadıklarımız bu adada! Aynen Orkun’un esprili paylaşımındaki gibi O kadar çok şeyler yaşadık ki!  

Şimdi bakıyoruz ki son olağandışılık olmasını beklediğimiz uzaylılardan haber yok ama bir deprem yaşıyoruz. Dövizin de pompaladığı ekonomi kaynaklı deprem! Üstelik bunun, yaşadıklarımızın en kötüsü olduğunu, uçurumun kenarında olduğumuz söylemi yaygın mı yaygın!

Elbette ki çok zor bir durumdayız. Gün be gün yoksullaşıyoruz. Gelirimizin değeri erirken fiyatlar roket hızı ile tırmandıkça tırmanıyor. Geçim sıkıntısı açlık sınırını fazlasıyla zorluyor. Ama gerçekten “en kötü” durumda mıyız ve bir çıkış yolu yok mu? Bize, kendimize özgü çıkış yolları ve çözüm bulamaz mıyız?     

Son iki hafta değerli dostum Kenan Mortan’ın, ikisi de kendine özgü modelleri olan Almanya ve İtalya örneklerini ele aldığı yazısını paylaşmıştım. Kendimize özgü bir çözüm konusuna geçmeden, bugün de başka bir özgün örnek olan Japon örneğini ele alan “JAPONYA’NIN KENDİNE ÖZGÜ ÇÖZÜMÜ” başlıklı yazısını paylaşıyorum.

“JAPONYA’NIN KENDİNE ÖZGÜ ÇÖZÜMÜ

“1990‘dan bu yana düşük büyüme / kımıldamayan fiyatlar /az değişim cenderesine sıkışmış olan Japonya’da egemen politik akım ve sistem çözümsüz kalınca, çözüm anahtarını gençler / kadınlar ve yaşlılar üstlendi. Aşağıdan yukarıya işleyen bu değişim mekanizması, Japon toplumunun her alanında hissediliyor.

Sorunun tanısını “Tumultuous Times:Central Banking in the Era of Crises”( Karışık Zamanlar: Kriz Dönemlerinde  Merkez Bankacılığı) başlıklı, bu yıl yayınlanan eserde eski Merkezbank guvernörü  M. Shirakawa koydu ve dedi ki :

-Nüfus azalıyor ve yaşlanma etkeniyle tüketim de azalıyor, iş Merkez Bankacılığının çok dışında bir yerlerde düğümlü... 

Japonya, son 30 ayda iktidar partisi LDP’den 3 Başbakan eskitti. Sonuncusu (Fumio Kıshida, doğ. 1957) seçimlerde kapitalizmin modelleri olmadığını bilmezcesine “Yeni model bir kapitalizm” vaat ederek, 483 milyar $’lık bir paket açtı. Ama bu paket sonuçsuz kalacak. Para, kırık-dökük kamu projelerine ve yandaş kuruluşlara dağıtılmasıyla kalacak. Kuşkusuz Japonya’nın çıkmazı salt azalan tüketimde değil, olayda içiçe girmiş siyaset-şirket ilişkileri, ömür boyu istihdam adıyla mafiavari bir işçi takip sistemi (nikkeiren), kadınlara şiddeti özendiren yasa ve kabuller, göçe kapalı yasalar, farklı cinsel tercihler yaşayan insanları yok sayan yasal altyapı, hepsi hepsi, büyüğe, devlete, işverene sadakati ve itaati öven Konfüçyüs Felsefesi‘nin tortuları...

O halde, değişim nerede, gelin oralara bakalım :        

*Kadınlar: Japon toplumunda kadın hep 2.sınıftır. Yasalar uygulanmaz, kadın üstünde şiddet yaygındır. Şimdi onlar tepki olarak istihdam ordusuna katıldılar, her 3 kadından 2‘si artık çalışır durumda. Evlenmiyorlar, ortalama evlilik yaşı 29‘a kadar yükseldi. Erkeklerle % 40 olan ücret açmazını verimlilik esaslı parça iş yaparak aşıyorlar. Şiddete karşı “semt komiteleri” var, dişe diş direniyorlar. Parlamentoda kadın oranı sadece % 10 ama Tokyo Belediye Başkanı 2016‘da bağımsız olarak seçilmiş bir kadın (Yuriko Koikei).

*Gençler: Ya a-politik ya da hikikomori tarzı denilen toplumdan yalıtılmış yaşarlarken,  gençler şimdilerde büyük bir start-up dalgası yarattılar. Girişimlerin çoğu, sosyal girişimcilik ağırlıklı. Hemen hepsi yerel özellikte. Ürünleriyle ses getiriyorlar.

*Yaşlılar: Ortalama yaşın 88 olduğu bu toplumda yaşlılar ‘’ölümü bekleyenler’’ konumundan çıktılar. 70-74 yaşın üçte biri, 65-70 yaş grubunun yarısı artık çalışıyor. Hedeflerini  “sağlıklı, otonom yaşam” olarak niteliyorlar. Yereldeki sosyal organizasyonlara da katılarak etkin oluyorlar.

*Göçmenler: Ortada bir politika ve yasal düzenleme yok ve kapalı bir ada ülkesi (shimaguni) ) olarak kendini tanımlayan Japonya’da artık 1.7 milyon yabancı uyruklu çalışan var. Onlara uygulanan haksızlıklar, toplumsal tepkilere yol açıyor. Göçü ve göçmeni kabullenen yeni yasalar “homojen” olarak varsayılan Japonya’yı “çok katmanlı” hale gelmesinde adım olacak.    

Japonya’nın deflasyon ya da sürekli durgunluk (secular stagnation) halini mevcut  ekonomik tahliller üstünden okumak/anlamak mümkün değil.

Daralmış gözüken bu toplum 5.3 Trilyon $ ulusal gelirle dünyanın 2. büyük ekonomisi. Kişi başına gelir 42.000 $.

Sorun, artan yaşlanmayla birlikte tüketim eğilimlerinin düşmesi. Ne fiyatlar, ne de tüketim artıyor. Sistem, reçeteyi “teşvik paketleri” açmakta arıyor. Sonuçsuz kalıyor, çünkü sorun toplumsal.

Toplumlar şu ya da bu şekilde değişir, önemli olan bu değişimin yönü...

Japonya’da egemen ve değişmez sistemin koruyucusu olarak 1955‘den bu yana iktidarda olan LDP onca zaman sadece ayak sürüyünce, 126 milyon nüfuslu Japonya‘da kadınların ve gençlerin sessiz ve derinden değişim yürüyüşü, büyük Japon sinemacı Akina Kurosawa‘nın (1910-1998) filmlerini izlemeye benziyor.

Zaman vermeyelim, ama yakınlarda yeni ve bambaşka bir “Sosyal Japon Mucizesi” gözlemeye hazır olalım. Üstelik bu değişimin Doğu Asya için bir “rol model”’ oluşturmasını beklemek bile mümkün.

Bu defaki ekonomik değil, toplumsal olacak. The Economist dergisinin “Japonya Özel Dosyası”ndaki sözleriyle ‘’Bu ceviz kırılmaz sözü eski bir safsatadan ibaret ‘’, ceviz içten içe, adım adım kırılıyor.

DPT‘nin yetiştirdiği yetkin uzman Atilla Sönmez*’e son sözü bırakalım, Doğu Asya’yı en iyi tanıyanlardandı:

-Deflasyon (durgunluk) ‘’her şeylerin yolunda gitmediği duygusu‘’ ve ‘’geleneksel Japon kurumlarının yeni ortaya çıkan orunları çözmede yetersiz kalması ve bunun yarattığı huzursuzluk ‘’tur. Yetersiz kalan taleptir ve 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana kullanılan reçeteler yetersiz kalmaktadır. Zoraki kamu harcamaları sendromu yaşanmaktadır. Deflasyonda para politikası Keynes’in sözleriyle nesneyi iple itmeye benzer. Ortada bir ‘’ nakit kapanı ‘’ ve ‘’deflasyon psikolojisi’’ var. (...) Reformlara karşı güçlü gruplar vardır, yine de değişiklik kaçınılmaz gözüküyor. Bu güçlükler, Japonya’nın 1940’lı yıllarda  yaşadıklarının yanında herhalde çok  küçük kalır.

İstanbul‘dan giderek ABD Harvard’da haklı bir isim yapan bilim insanı Profesör Dani Rodrik’in sözleriyle “Buhranları en ucuz atlatan ülkeler çıkar zorluklarını bağdaştırıcı kurumlara sahip ülkelerdir.”

Japonya’nın geleneksel ve arkaik kurumları şimdi bu sınavdan geçiyor...    

NOT:*Atilla Sönmez’in Doğu Asya Mucizesi ve Bunalımı, Bilgi Üniv. adlı, 2001‘de “Sevgili Suna”sına ( Kan ) ithaf ettiği bu eser, onun Dünya Bankası adına uzun yıllar süren deneylerini yansıtır, Türkçe’mizde bu alanda en iyi eserdir. 

(Kenan MORTAN, 18.12.2021)”

KISA BİR DEĞERLENDİRME

            Kendimizi Japonya ile karşılaştırma gibi bir çabam yok! Orası bir refah ülkesi ama baksanıza, iç içe girmiş siyaset-şirket ilişkileri, ömür boyu istihdam adıyla mafiavari bir işçi takip sistemi, kadınlara şiddeti özendiren yasa ve kabuller, göçe kapalı yasalar, farklı cinsel tercihler yaşayan insanları yok sayan yasal altyapısı varmış, kadınlar hep ikinci sınıfmış, yasalar uygulanmıyormuş, kadın üstünde şiddet yaygınmış, gençler ya a-politikmiş ya da toplumdan yalıtılmış yaşarlarmış.

            İşin ilginci bu sorunlar için siyaset kurumundan değil, (bana çok sempatik gelen ve bana uyan), sistemin dışında tutulmaya çalışılan kadınlardan, gençlerden, yaşlılardan ve göçmenlerden kaynaklanan yeni ve bambaşka bir ‘Sosyal Japon Mucizesi’nden söz ediliyor.”  

Seçim ortamına girmiş bulunuyoruz ve seçim günü yaklaşınca, seçmene “kadınlara” ve “yeni yüzlere” destek çağrısı yapma eğilimindeydim. Japon modeli çözüm, bu eğilimimi kesinliğe dönüştürdü. Ve madem ki yeri geldi, Kıbrıs Türk seçmenine çağrıda bulunuyorum:  

Yine seçim var önümüzde! Katılım oranının düşük olma olasılığı yüksek. Seçmenin hakkıdır ama çare değildir. Bence sandığa gidin. Takdir elbette ki sizin ama öneriyorum: Partili iseniz ve tercih de yapacaksanız, tercihlerinizi kadınlardan, gençlerden ve yeni yüzlerden yana kullanın; karma oy kullanacaksanız yine kadınlara, gençlere ve yeni yüzlere oy verin!      Yine takdir elbette sizin ama öneriyorum: En az 25 aday için karma oy kullanabilirsiniz ama 50 adaya oy verme hakkınız olduğunu da unutmayın. Bence bu hakkınızı da kadınlardan, gençlerden ve yeni yüzlerden yana kullanın. Partili iseniz tercihlerinizi kadınlardan, gençlerden ve yeni yüzlerden yana kullanın; karma oy kullanacaksanız yine kadınlara, gençlere ve yeni yüzlere oy verin!”

Bu arada, değerli dostumun yukarıda paylaştığım yazısından bir cümleyi vurgulamak gereği duyuyorum: “İstanbul‘dan giderek ABD Harvard’da haklı bir isim yapan bilim insanı Profesör Dani Rodrik’in sözleriyle ‘Buhranları en ucuz atlatan ülkeler çıkar zorluklarını bağdaştırıcı kurumlara sahip ülkelerdir.’”

Unutmadan söyleyeyim: Japonya’da da Almanya’daki, İtalya’daki, İngiltere’deki, İsrail’deki ve bizdeki gibi parlamenter sistem var.

Sormak gerekmez mi? Niye bizim de kendimize özgü çözümümüz, çözümlerimiz olmasın? Bizim de kendimize özgü çözümümüz olamaz mı, hem genel anlamda hem son depremle ilgili olarak?