Lenin, “ben Rusya’yı romanlardan tanıdım” der.

Cevat Heyet, bir edebiyatçı ve ülkesinde çok tanınmış bir tıp operatörü olarak otuz üç yıl, Tahran’da Azerbaycan Türkçesi ile Varlık adında bir edebiyat dergisi çıkardı. Benim de katıldığım bir etkinlikte, dergiyi neden, nasıl çıkardığını, yaşadığı sıkıntıları/sorunları anlatmış; bu arada, tıp ile edebiyat arasındaki farkı, “tıp birey olarak insan hayatını, edebiyat ise bir milleti/halkı/toplumu kurtarır” sözleriyle dile getirmişti.  

Dünyayı sarsan bir devrimci ile bir tıp insanının söyledikleri,  edebiyatın gücünü göstermeye fazlasıyla yeter!

21 ARALIK 1963 ve SONRASI TANIKLIKLARI

         21-25 Aralık, Milli Mücadele ve Şehitler Haftası’dır. Törenler düzenlenir, şehitler anılır, şiirler okunur. Genellikle hamasî ve tanınmış şairlerin şiirleridir bunlar! Buna bir diyeceğim yok ama kendisini kanıtlamış olanların yanında, adı sanı pek duyulmayanlar da şiir yazdı ve bu şiirlerde, direnişe tanıklık etme ya da tarihe not düşme niteliği olanlar çoktur.  Örnek olarak Aydın Aydıngün, 21 Aralık 1963’ü şu dörtlükle canlı biçimde anlatır:

İşte 21 Aralık, Lefkoşa kan içinde,

Barut kokusu, kurşun ve her tarafta ateş..

Her Türk’ün ocağı, bir matem içerisinde,

İnsanlar gidiyor, her an sönüyor güneş.

Ben kendim, tam da 21-25 Aralık 1963’i kapsayan o günlerin tanıklığımı şöyle dile getiriyorum:  “Mevzilerimiz kum ya da toprak torbalarıyla berkitilmeye başlanmış; kadınlar, çocuklar, silahı olmayan erkekler de seferber olmuş, ellerine geçen kovalar ve saksılarla bu berkitmeye katkıda bulunuyorlardı. Kimi kum ya da toprak (bulabilirlerse kum, bulamazlarsa toprak) taşıyor, kimi gelen kumu/toprağı torbalara yerleştiriyor, kimi dolan torbalarla mevzi yapılmasına yardım ediyor; kimileri de çay, çorba ya da başka yiyecek bir şeyler taşıyordu.

“22 Aralık 1963 günüyle onu izleyen günlerdeki özveri, dayanışma, imece, toplumsal direniş bilinci, yiğitlik, yüreklilik, gözüpeklik bugünkü gibi gözümün önündedir. Ateş çemberi içinde mermiler yakılır, ötede beride patlamalar olurken, kadın erkek, yaşlı genç, hatta çoluk çocuk ayrımı olmaksızın herkes bir şeyler yapma çabasında ve çırpınışı içindeydi.

         Meğer biz bu dayanışmalı silahlı direniş içindeyken evlerde de direnişin başka bir muhteşem boyutu yaşanıyormuş.       Yılmaz Sarper, “Kazandaki Su…” şiiri ile direnişin bu arka planını, yaşlı, kadın ve çocukların da boş durmadığını, çarpıcı biçimde dile getirir:

En soğuk kışı gibi gelir bana Kıbrıs’ın 1963 kışı.

Otuzu aşkın insan, nenemin evine sığınmışız.

Yaşlı iki erkek: Dedemle kasap Raif dayı

         Gerisi kadın, kız, çocuk…

Nenemin evi Lefkoşa’da, Surlariçi’nde

 Kanlı Mescit Sokağı numara 3.

         Evler bitişik nizam

Emniyetlidir diye sığınmışız o eve…

Elektrik yok ve suyu kovayla taşımak gerek mahalle çeşmesinden,

Miltralyözler ateşe ara verince koşardık çeşme başına.

Yaşamak için su da gerekiyordu özgürlük kadar.

Gündüzleri neyse ne…

Asıl geceleri yaşamaktı zor olan.

Yataklar yere serilir, pancurlu, geniş pencerelere ıslak battaniyeler asılır

İdare lambası kısığa alınırdı.

Uzun olan şiirden şu dizeleri de paylaşıyorum:

Kimse tarif etmedi o kadınlara!

Nenem, anam, teyzem ve halama kimse tarif etmedi.

Kendiliğinden nöbete durdu o kadınlar

Geceler boyu nöbete durdular o hanaylı evde

Islak battaniyeler asılmış o pencerelerin içinde

Pancurlar gındırık, gözler fel fccir, düşmanı gözlediler.

Arada üstümüzü örttükleri de olurdu…

Kimin akıl ettiğini bilmem ama kötü haberler arttıkça,

                             yaşam da değişiyordu nenemin evinde

Artık devasa, kaya gibi çakıl taşları yığılıydı

Ve geceler kazanlar dolusu kaynar sular koymaya başladılar

                             pencere içlerine

Düşman, evimize gelirse Mücahitleri aşıp

o taşları kayaları atacaklardı üstlerine!

O kaynar suları başlarına dökeceklerdi düşmanın!

Teslim olmak, diz çökmek, boyun eğmek yoktu.

Direnmek vaktiydi! Direndi o yiğit kadınlar. Direndik hepimiz.

Kötü günler yaşadık. Çok kötü ve karanlık günler…

Atlattık çok şükür.

Atlattık atlatmasına da, çekilmez hale gelince yaşam,

daralınca ruhum,                   

kendiliğinden beliriverir o kazandaki su…

Kazandaki su, bizim direnişimizin en soylu simgesiydi.

Su hayattı gerçekten

Çeşmeden taşımak suyu, miltralyöz ateşi fasılasında

                             ve kazanlarda kaynatıp düşmanı gözlemek için

inanç ve yürek gerekirdi!.

O kocaman yürekli kadınları saygıyla anıyorum.

Daraldı mı insanın yüreciği insanın; kazana su koymalı…

ÇOCUK DİRENİŞÇİLER

Yılmaz Sarper’ın, yukarıda alıntı yaptığımız “Kazandaki Su…” şiirinde çocuklar da vardır. “Ne Kadar Güzeldik” şiirinde de, direnişi çocuk gözünden dile getirilir:

……..

Siper kazarken minicik ellerimizle,

Mevzilere kum torbası doldururken,

Ve tırnaklarımızın arası

Kara toprakla dolup

Kapkara olurken,

Urum kurşunuyla vurulmadan okula varabilmek için

Hangi yoldan gideceğimizi öğrenirken,

Yaralılara pansuman yapılsın diye

Şiltelerin pamuklarını sökerken,

Evdeki son erzağı pişirip

Çetinkaya Burcu’ndaki Mücahit’e yetiştirirken,

Abluka altında,

Nümayişlerde,

“Süt isteriz” diye bağırırken,

Mermi çekirdeklerini söküp hurmalardan,

Verane’de toplanıp “Gurşununa” oyunlar oynarken,

Ve

Lidra Palas’tan başlayınca “daramalı;”

         Evlerimize sığınırken,

Parasız ve pulsuzken,

Hiç oyuncağımız yokken,

“Raşon” almak için sıra beklerken,

Parazitli radyomuzdan haber beklerken,

Ve aslında,

Ortada hiçbir umutlu haber yokken,

Biz ne kadar mutluyduk!

Ne kadar mutlu,

Ne kadar mutluyduk…

Biz,

          Ne kadar güzeldik

SONUÇ OLARAK

         Bilmem siz ne düşünüyorsunuz ama o korkunç günler ne kadar da  insancıl, içten, canlı ve gerçekçi anlatılıyor? Hangi tarihçi bunu böyle anlatabilir?

         Bunlara benzeyen, direnişimizle ilgili, tanıklıklara ya da doğrudan gözleme dayalı çok sayıda başka şiir, öykülü şiir ve manzume var. Yazınsal güçleri tartışılabilir ama bu değerlerini azaltmaz ve bu şiirlerin, öykülü şiirlerin ya da manzumelerin, toplumsal belleği besleyen, tarihçiler için -sözlü tarihin ötesinde- kaynak ve belge özelliği/değeri olduğu gerçeğini değiştirmez.

Törenlerde de bu gibi şiirler de okunmalı değil mi sizce de?

         NOT:

1)“Miltralyöz” makineli tüfek demektir. “Daramalı” miltralyözün halk dilindeki adı, “raşon” o günlerde dağıtılan ve başta yiyecek temel gereksinim maddelerini içeren dağıtıma verilen addır.

2)Yararlanılan kitaplarla ilgili bilgiler aşağıdadır:

*Aydın AYDINGÜN, Özlem Ve Sevda, Lefkoşa, s.39.)                          

*İsmail BOZKURT-2017-  Zirköy’den Mermertepe’ye Kıbrıs’ta Direniş ve Mücahitlik Yılları  (1 Nisan 1955 – 1968 Baharı), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, s. 33 – 34.

*Yılmaz SARPER (2013) Umudum Köpükte, Lefkoşa. (s. 16, 17, 18)