Bulaşıcı hastalık nedeniyle güneyde çalışan işçiler, evvelki gün geçişlerin yasaklanmasına ilişkin güçlü bir eylem yaptı.  Neden güçlü diyorum.  Güçlü diyorum, çünkü bu eylem gerçekten hem ses getirdi, hemde insanları düşündürdüğü gibi üzdü.

            Gerçekten o kavga, ekmek kavgasıydı.  Bir nebze politika koksa da ekmek kavgasıydı.  Bu tür eylemleri daima muhalefet destekler ve hükümeti yıpratmak için arka çıkar.  Bu eylemde muhalefetin arka çıkmadığını söyleyemeyiz. Nitekim  bazı sendikalar bu eyleme arka çıktılar.

            İşin gerçeği şudur:

            Güneyde koronavirüs vakaları aldı başını gidiyor ve bütün ada halkını, gerek Türk, gerekse Rum olsun rahatsız ediyor.  Kimse de bu virüsten ölmek istemez haklı olarak.  Virüs nedeniyle Bulaşıcı Hastalıklar Üst Kurulu’nun almış olduğu karar, bana ve birçok insana göre yerinde bir karardır.

            Hükümetle eylemciler arasında bir uzlaşı oldu gibi ama eylemciler buna da onay vermiyorlar.

            Başbakan Ersan Saner’in yaptığı açıklama şöyledir:

            “Sizi de, ailenizi de koruyacak şekilde gerekli önlemleri alıyoruz.  Ancak her gün 10 günlük karantina şartı yerine, otelde konaklama şartı getiriyoruz.7-8 günlük sürede  hem sizi rahatlatmak, hem de halkın sağlığını korumak adına bu tip bir girişim yapıyoruz.”

            Eylemciler ise bu teklifi kabul etmeyerek eylemlerine devam edeceklerini açıkladılar.

Lakin hükümetin şunu da düşünmesi lazım.

            Güneyde çalışan, gerek üslerde, gerekse özel sektörde kaç kişi var bilmiyorum ama epeyce insan, bu sınırlardan geçerek kendi ekmeğini kazanıyor.  Yani güneydeki virüs vakaları arttıkça, hem üst kurul, hem de güneyde çalışanları gaileler alıyor.  Bu duruma şöyle diyebilir miyiz?

“Kuzeydeki vakaları tırmandırmamak adına bütün güneye geçiş kapılarını kapatıyoruz da, bu insanların nasıl geçineceklerinin muhasebesini yapmıyoruz.”

            O halde geçici bir süre için bu insanlara bir ödenek yapılarak kısmen da olsa sorunu çözmenin en mantıklı yol olduğunu düşünüyorum.  Veya işverenlerden yıllık izin talep edilebilir.

            Şimdi diyeceksiniz ki...

            “Yahu hükümet zar zor yeni kuruldu, bütçe hala aslan gibi orada raflarda bekliyor, hazinenin dibi tuttu, hangi parayla, hangi ödenekle bu insanları ödeyecekler?”

            Tabii bunlar bu olumsuzluklar karşısında gerçek anlamda çaresizliği gösteriyor.

            Bir diğer deyişle, “Herkes haklı, herkes haksız” da diyebiliriz.

            Galiba “haklılık” daha ağır basıyor.  Sanırım yine Ankara’nın kapısını çalma zamanı geldi.  Bu çaresizliği ancak Anavatan çözebilir diye düşünüyorum.

            1963 olaylarından beri kahrımızı çeken Anavatan, bu zor günleri atlatmamız için ayrılacak ödenekten mi korkacak?

            Her zaman söylediğim birşey vardır.

            “Yediğimiz lokmayı, aylık maaşlarımızı, yatırım projelerimizi ve gelecek umutlarımızı ödeyen Türkiye...”

            Yani nankör olmayalım.

            Son günlerde yine muhalefet kanattan ve özellikle gavura çanak tutan bazı efendilerden sesler yükseldi.

            “Türkiye’den gelen su borularının tamirat parasını bile bize ödettiler” diye.

            Bunları söyleyenler çoğunlukta değil ama mide bulandırır.  Bu neye benzer?

            Sizin önünüzdeki tabağı yemekle doldurmuşlar da elinize çatal vermemişler.  O zaman elinizle yiyin ekmeğinizi ve yemeğinizi kardeşim. Nankör olmayınız, diyorum.

            Bu konuda başbakan Ersan Saner bir açıklama yapmıştı.

            “Bu borunun tamir parasını Türkiye ödedi” demiştir.  Başbakan yalan mı söyler?  Saner öyle bir insan değildir.

            Daha ne?

            Velhasıl çok zor günler geçiriyoruz.  Bu zor günler de geçecek, diğer zor günler gibi.

            Bu olaylar bize 21 Aralık 1963 olaylarını anımsattı.  Rumlar maaşlarımızı kestiler, sularımızı, yollarımızı ve yiyecek konvoylarımızı yok ettiler, binlerce kardeşimizi evinden yerinden ve canından ettiler ama bizler ölmedik ve hep ayakta kaldık, Anavatan sayesinde.

            O günlerde herkes 30 Kıbrıs lirası alıyordu.  Dr. Küçük de 30 lira alıyordu.  Hatta burada bir anekdotunu anlatayım size...

            O zor günlerde birkaç yabancı diplomat onu Halkın Sesi gazetesindeki ofisinde ziyaret etmişlerdi.  Yanında çok değerli araştırmacı dostum Mahmut İslamoğlu vardı.  Bu anekdotu o anlatmıştı bana ve ben bu olayı “Dr. Küçük’le Geçen Günlerim” adlı kitabıma almıştım.

            Diplomatlarla Dr. Küçük sohbete dalınca matbaa çalışanlarından birisine talimat vermişti.

            “Git oğlum söyle Süheyla’ya, bize dört tane turunç macunu göndersin.”

            Malum Kıbrıslının hayatında her zaman narenciye ve turunç macunu olmuştur.  En ucuz ve maliyeti en düşük olan ikramdır.  Diplomatlar gidince Mahmut İslamoğlu Dr. Küçük’e sormuş.

            “Efendim bu adamlara daha iyi bir ikramda bulunamaz mıydınız?”

            Dr. Küçük de şu yanıtı vermişti kendisine:

            “Oğlum!  Benim ne örtülü ödeneğim, ne ikram izaz kalemim var.  Ben de herkes gibi 30 Kıbrıs lirası alıyorum.  Mecburum ayağımı yorganıma göre uzatayım.”

            Ne kadar ilginç değil mi?  Koskoca Cumhurbaşkan Yardımcısı Dr. Küçük o zor günleri nasıl atlatacağının hesabını yaparken, yeni yetişen nesil maalesef o zor günleri yaşamadıkları için bunların idrakinde değiller.  Herkesin bir villası, birer de mercedesi var, çoğunlukla.

            Ve diyorum ki...

            Elbet güneyde çalışan bu insanların zor günlerini atlatmaları için bir formül bulunacak ve bu da geçecek, diğer zor günler gibi...