Galiba  siyaset furyasından, memleketin turizmine katkı koyan eski eserleri unuttuk.  Eski eserler için yazılacak o kadar çok şey var ki, yazmakla bitmez.
Geçen yıl  Dipkarpaz-Erenköy yolunda, bir Osmanlı köprüsü ortaya çıktı.  Veya ortadaydı da, kimse farkında değildi.  Kıbrıs Gazetesi, Osmanlı köprüsünü görüntüleyip, konuyu Müzeler ve Eski Eserler Dairesi’nin dikkatine getirirken, bu durum benimle beraber başkalarının da dikkatine gelmişti sanırım.
Haberde, 1974 öncesi Rumlar tarafından yapılan “yol genişleme” projesi kapsamında köprü korunmuş, sonra da yol düzenleme meselesi gündeme gelmişti.  1974’te savaşlar olmuş, bölgelere yerleşen insanlar yeni bir hayatın peşine düşmüş, Osmanlı köprüsünü kamışlar ve otlar arasında unutulmuş. 
Köprü meydana çıkınca, haliyle bölge halkı tepkisini ortaya koymuş.  Nitekim zamanın Turizm Bakanı Ersan Saner de, köprünün yıkılmayacağının sözünü vermiş.
Bazen televizyonlarda Anadolu’dan tarihi köprü ve tarihi eserlerin görüntülerine şahit oluruz. Anadolu belgesellerinde gördüğümüz köprüler, adeta saklambaç oynar gibi gün yüzüne çıkıp da yıktırılma tehlikesi tehlkiesi meydana gelen eski köprü,  aynı mimari özellik taşır.  İsterseniz kemer yapısını inceleyiniz, göreceksiniz.  
Osmanlı’nın köprü ve anıt yapımlarındaki karakteristik özelliği, gotik tarzında değildir.  Gotik tarzındaki kemerler, tam üstteki kırılma noktasında, kırılmakta ve daha bir sivri hal almaktadır.  Osmanlı’nın kemerleri ise, tam yarım ay şeklindedir.
Osmanlı’nın Viyana Kuşatması’nda ele geçirdiği topraklarda yapmış olduğu anıtları, çeşme ve diğer tarihi eserleri de görebilirsiniz.  Sadece Viyana Kuşatması’nda değil, Osmanlı’nın koskoca Avrupa’ya hakim olduğu o büyük imparatorluğun topraklarında izleri vardır.
Mesela pislik ve kamışlar arasında kalıp da “altın bir yüzük gibi” meydana çıkan bu Osmanlı köprüsünün oradaki varlığı, gelip geçen turistler açısından çok büyük önem taşır. Oraya bir de levha yerleştirip üzerine de “bu köprü Osmanlılar tarafından yapılmıştır” yazarsanız, onun anlamı ve değeri de o denli artar. Sanırım o olaydan sonra köprü kurtulmuştu.
Bazen insanın Lefkoşa surları içinde dolaşası gelir.   Uzun uzun o dar sokaklarda yürümek, otantik değer taşıyan görkemli Osmanlı konaklarını görmek, bol bol resim çekmek ve bir tarihin denizinde boğulmak istersiniz.
Veya Selimiye Camii yanındaki bedesteni, Selimiye’nin minare ve gotik kemerlerini, onun ötesindeki medrese binasını gördüğünüzde de, bir heyecan duyarsınız.
Bir de şu anımı anlatayım müsaadenizle...
Bir gün BRT’den çok değerli dost ve çok iyi bir program yapımcısı Betül Arslan beni aramıştı.  Benimle Lefkoşa sokaklarında dolaşarak hayatımı belgemek açısından doğduğum evde bir çekim yapmak istmişti.  Bayağı heyecanlanmıştım.  Yapmış olduğu teklifi hemen kabul ettim ve çekimlere Lekoşa sokaklarında, eski köşklerin arasında ve neticede doğduğum evde ve doğduğum odada yapma şansımız oldu.
Bütün çocukluk anılarımı orada bıraktığım o köhne eve girdiğimde şoke olmuştum.  O güzel bahçemiz tümden beton ve küçük küçük oda ilaveleri ile mahvolmuştu.  Sadece o evin sakinlerini takdir etmiştim.  Özellikle çekim yaptığımız ve misafir salonu olarak kullanılan oda, o kadar eskisine sadık kalınarak korunmuş çatı mertek ve kamışları bir güzel cilalanmıştı.
İşte o an gözlerim dolmuştu.  Bütün hayatım bir film şeridi gibi gözlerimin önünden gelip geçmişti.
Velhasıl bu da bir çeşni oldu yazıma diye düşünüyorum.
Bazı turistler o eski binaların uzağında dururlar ve uzun uzun eski binaların taşlarını, oymalı dantel gibi işlenmiş pencerelerini ve girinti çıkıntılarını incelerler.  İncelerlerken de bir heyecan duyduklarını anlarsınız yüz hatlarından.  Bol bol resim çekerler, ellerindeki broşüre bakarlar.  Onlar mı bizim tarihi eserlerimizin kıymetini bilen, yoksa biz mi tarihi eserlerimizin kıymetini bilmiyoruz?
Ne büyük tarihi zenginliğimiz var bu topraklarda...Büyük Han’a girdiğinizde, kendinizi bir Osmanlı sarayının iç avlusunda zannedersiniz.  Kemerlerinin asaleti, sütunları ve iç mekanın huzuru, bir uhrevi hava estirir size.
Parasızlıktan mı, yoksa ihmalden mi bilmem.  Lakin, bir çok tarihi eser, yok olup gitti zamanın acımasızlığında.  Mağusa, Limasol, Girne ve daha nice bölgelerde. Mağusa surları, surlar içindeki antik yıkık kilise ve yarım kalan kubbe ve kemerler, ince hurmalar arasında bize acı acı gülümser gibi orada dururlar.
Başka ülkelerde bu denli zengin eski eser bulunsa, adamlar hayatlarını koyarlar ortaya.  Avrupa’da ne kadar çok eski eser var...Eski değirmen binalarını bile restore ederler, binanın eski karakteristik özelliğine uygun görünüm içinde şahane bir restorant yaparlar.
Velhasıl insan bunları düşünce o mini mini Osmanlı köprüsünün mutlaka korunması gerektiğini düşünür. Sadece o değil, bütün eski taşları ve eski antik binaları.... Rumlar bile o köprüyü zamanında koruduğuna göre, bizlerin,  kendi tarihimize sahip çıkması hayda hayda gereklidir, diye düşünüyorum.