Ekmek parçasını, kırıntısını yerde gördük mü alır öper alnımıza koyar ve basılmayacak bir yere kaldırırdık.

İnsanoğlu öperek teşekkür etmeyi, öperek saygı ve sevgi göstermeyi tarihinin bir evresinde geliştirmiştir.

Genellikle annemizin, nenemizin elini öpüp alnımıza götürürüz saygıyla.

Ekmeğe bunu neden yapıyorduk.

Tanrıya idi ilk şükrü insanın.

Kendisi daha neredeyse acıkmanın ne olduğunu bilmezken ve midesinin çığlığını anlamaya çalışırken tabiatta rastladığı başakları yumruları, soğanları, meyveleri yeyince midesinin rahatladığını keşfeden insan, bulduğu yediği ve açlığını giderdiği, gücünü toplamasına neden olan herşey için tanrıya teşekkür ediyordu.

Ekmeğin öpülerek alına götürülerek,  aşağılanmak anlamına gelebilecek basılmasını önlemek için yükseklere kaldırılmasının altında yatan temel dürtü bu olsa gerek.

Hem zaten Tanrı yükseklerde değil mi, nimeti olabildiğince yükseğe kaldırmak,  tanrıya verdiği nimetler için minnet duymayı işaret ediyor olamaz mı.

İnsanoğlunun tanrıyla ilk tanışmasına ‘rızk’ın, ‘nimet’in aracılık ettiğini söylemek meseleyi abartmak dramatize etmek olmaz kanımca.

Evet gökgürültüsü, şimşek, yıldırım korkusu da tanrı’nın varlığını kabülün ilk işaretleri olabilir ve fakat rızk ve korkunun beraberliğinde de herhangi bir sakınca olmasa gerektir.

İnsanoğlunun geçmişinde, tarih öncesi, yazı öncesi de dahil olmak üzere hep ayni nedenle ve evet hep ayni tanrı vardır.

Demem o ki;  insanoğlu kendi varlığının ayırdına vardığı günden beridir  ne olduğunu, nasıl olduğunu bilmeden tanrıyı tanımış, soyutlamış ve ona saygı duymuş şükretmiş ondan korkmuştur.

Tanrıyla rekabete girmesi insanın modern zamanların ürünüdür. Modern zamanlar herhalde kapitalizmle başlar ve moda ile devam edip gider.

Rekabet duygusu kapitalist dinin en temel duygusu olmalıdır ki;  hayatın rekabet duygusu ve eylemi üzre inşa edilmesi için kapitalizm, hayatın bütün alanlarında durmaksızın kendini yineden ve yineden üretmektedir (burda bir yazım yanlışı söz konusu değildir yeniden ve yeniden değil yine ve yine tekrar ve tekrar denmiştir).

Çocuklar çocuklarla, gençler gençlerle, erişkinler erişkinlerle, yaşlılar yaşlılarla, örgütler örgütlerle, devletler devletlerle, ahaliler ahalilerle rekabete mecbur edilmekte ve rakabetin tadını da  büyük şirketler daha çok kâr en çok kâr olarak yaşamaktadır.

Ekmeğin öpülüp alına götürüldüğü günler geride kalmış, nimete rızka saygı ve yetinme unutturulmuş, ihtiyaç olmayan ihtiyaçlar icat edilmiş ve insanlar iki kartlı iki kameralı akıllı cep telefonuna terfi ettirilmişlerdir.

İki kartı ayni telefona takarak bir kart ile diğer kartına rekabet etmenin sonsuz ölçüde aptalca zevki,  iğdiş edilmiş insanın iştahına sunulmuştur.

İki kartlı telefonun gerekebileceği gibi doğal ve normal bir durumu kim kendine izah edebilir.

Ve fakat, komşunun çocuğu 10 aldı sen 11 almalısın diyerek çocuklarının sırtına binerek kırbaç sallayan jokeylerin artık yetinmesini beklemek ham hayal gibi görünse de, iflah olmaz romantikler hep var olacaktır.

CHE’nin,tişörtlere malzeme edilerek gerçek anlamda öldürülmüş olması ve cinayetin de kendilerini Che’ci zan ve kabul edenler tarafından işlenmesi de, en az neo liberalizme karşı olduğunu zannedenlerin AB ci olmaları kadar acıklı güldürüdür.

Rekabetçi düzen  Che’ yi çoktan marka haline getirmiştir ve ne  güzel ki felsefe şiir ve tanrı  içimizdedir,  marka olamayacak kadar soyut ve ruhsaldır.

Dikkat buyurun herbiri bir marka haline getrilen ve rekabetin kanlı malzemesi olan dinlerden değil tanrı’dan sözediyorum.