Karmaşık işlerin döndüğü belalı yer ya da çok çapraşık ve içine düşenin kolay kolay çıkamayacağını anlatan durumlar için kullanılır “gayya kuyusu!” Şuna cehennem kuyusu da diyebiliriz.  
Aslında dinsel kökenli bir kavramdır. Kuran’da bir vadi ya da dere olarak tasvir edildiği söylenir. Üstelik öyle bir vadidir ki cehennemin diğer vadileri, gayya'nın dehşetinden korkup Allah’a sığınırlar. O kadar korkunçtur.
Hani damdan düşercesine olan durumlar için, “bayram değil seyran değil eniştem beni niye öptü” denir ya! Bu gayya kuyusu da nerden çıktı diye düşünebilirsiniz. Haklısınız da!

SİYASETİ ÖZLEMEK
Bana en çok sorulan sorulardan biri, siyaseti özleyip özlemediğimdir. Çoğu kişi, siyasete karışan birinin damarlarında virüs dolaştığını ve ondan kurtulamayacağını söyler. Bende öyle bir şey yok! Bunu söyleyince kuşku ile bakıyor insanlar! Oysa gerçekten de zerre kadar siyasete özlem duymam. Tersine keşke hiç siyasete girmesem, daha çok yazma olanağım olsaydı bunca yıl diye düşünürüm.
Tabii bu söylediğim aktif politika bağlamında! Düşünsel bağlamda değil! Siyasetin düşünsel boyutundan hiç kopmadım. Parti politikalarına girmeden kafa yorarım bu konuda! Bu konuda kitap bile yazdım. 
Özellikle Kıbrıs sorunundan hiç kopmadım. Bu sorun konusunda hep “kafa patlattım” ya da “kafayı taktım” diyebilirim çünkü Kıbrıs sorunu biz Kıbrıslı Türkler için bir “hayat memat,” bir “var olma yok olma” meselesidir. Ada’yı paylaştığımız toplum bizi Enosis önünde engel gördü ve resmen bizi yok etmek, daha hafif bir deyimle etkisizleştirmek istedi. Sorunun özü budur ve maalesef bizim Türk tarafı olarak abartılı iyi niyetimiz ve sorunu çözme isteğimiz bu özü nerede ise yok etti.
Şimdi bakıyorum da Crant Montana gibi bir çöküş olmasına karşın, hiçbir şey olmamış gibi, hemen masaya oturmaya, sözde federal çözüm için Rum’un her isteğine evet demeye, bizim varlık nedenlerimizden biri olan Türkiye’nin garantisinden vazgeçmeye hazır olanlar var.  Bunları gördükçe daha fena kafa yoruyorum Kıbrıs sorununda! Yormak zorunda hissederim kendimi! 
Hem onca yaşanmışlığım varken ve bulunduğumuz coğrafya ateş çemberi içinde ve çevremizde insanlık dramları yaşanırken başka türlüsü olabilir mi?   

ŞU BİZİM COĞRAFYA
  Söz bulunduğumuz coğrafyadan açılmışken üzerinde biraz kafa yoralım.
Hiç dikkat ettiniz mi? Ateş çemberinden neredeyse hiç kurtulamayan ve insanlık dramlarının en çok yaşanıp süregittiği coğrafyalarda, devletler yapay olarak kurulmuş, sınırları cetvelle çizilmiştir. Bakın Ortadoğu, bakın Afrika haritalarına, bunu gözle görürsünüz. 
Petrol uğruna o yapay devletlere can verip sınırlarını çizen emperyal güçler, çıkarları değiştiği için bugün o kurdukları yapay devletlerle çizdikleri haritaları yeniden biçimlendirme peşindedirler.
Evet, Ortadoğu ve Afrika ile birlikte, Balkanlar ve Kafkasya da ateş çemberlerinden geçmiş, insanlık dramlarına sahne olmuştur ama oralarda en azından bu durumlar küllenmiştir.
Şimdi bir şeye daha dikkatinizi çekmek istiyorum: 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti nasıl ve niçin kuruldu? 
1958 yazında Kıbrıs kan çölüne dönmüştü ve NATO bundan rahatsızdı. NATO üyesi Türkiye ile Yunanistan’ı “ikna” ettiler ve (haydi bu kez yapay sözcüğünü kullanmayalım) “ısmarlama” Kıbrıs Cumhuriyeti’ni kurdular. İngiltere zaten bir şey kaybetmiyordu. Belayı başından savmış ama Ada’da “kalıcı” üslere sahip olmuştu. Zaten “taksim” düşüncesini ortaya ilk atanlar İngilizler’di ve bunu “üçlü taksim” olarak ortaya koymuşlar, ortaya koydukları hedefe ulaşmışlardı.
Kıbrıs’ın bir ada olarak doğal sınırlara sahip olması, sınırlarının cetvelle çizilmesine gerek kalmamıştı. Bunun dışında, sınırları cetvelle çizilmiş yapay devletlerden hiç farkı yoktu Kıbrıs Cumhuriyeti’nin! Diğer yapay devletlerin karışması için epeyce bir zaman geçti ama ısmarlama Kıbrıs Cumhuriyeti’nin karışması için 3 yıl yeterli oldu. İki eşit ortaktan biri (Kıbrıslı Rumlar), ille de Yunanistan’a bağlanma hayalini hayata geçirmek için önce ortağını (Kıbrıslı Türkleri) etkisizleştirmek istedi. Gerisini (akın tarihi) anlatmama gerek yok sanırım. Bunu, ilgilenen herkes bilir ya da öğrenir.

BUGÜNE GELELİM
Gelelim bugüne! 
Neredeyse bir ömürdür Ada’da eşitlikçi federal bir yapı kurulması gerektiğine inandık. Ben de içtenlikle buna inandım. Bunun için çaba da harcadım. Sonuçta 2004 Annan Planı rezaletinden sonra, şimdi de Crant Montana’da eşitlikçi federal yapının hayal olduğunu gördük. 
50 yıllık görüşme sürecinden sonuç çıkmazsa, o hedef hayaldir, gerçekçi değildir. Üstelik 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti nasıl “ısmarlama” bir devlet iseydi, olası bir federal yapının da öyle olacağı açık ve tarih, Ortadoğu’nun, Afrika’nın yapay devletlerinin yaşadıkları geliyor gözümün önüne, tüylerim diken diken oluyor.
Kişiliğimin romantik yanı da var amma genel anlamda siyasette, özel anlamda Kıbrıs sorununda her zaman rasyonel/akılcı/gerçekçi düşünmüşümdür. Yine öyle düşününce, artık bu adada ortak bir yapı kurmak bana artık akılcı/rasyonel/gerçekçi gelmiyor. Ütopya gibi bir şey! Ve bu aşamadan sonra bunun peşinden koşmak, hayal dünyasında yaşamak ve ütopya ile avunmak anlamındadır. Tıpkı önce Anadolu’yu, sonra Kıbrıs’ı kana bulayan “Büyük Yunanistan” ve onun bir parçası olan Enosis; tıpkı Balkanlar’ı kana boğan “Büyük Sırbistan;” tıpkı Kafkaslar’ı kana bulayan “Büyük Ermenistan” hayalleri gibi. 
“Büyük” peşinde koşmak, hep felâket getirdi. “Büyük Kıbrıs”ın da getirmeyeceğine nasıl inanalım? 
Benim için bu konu kapanmıştır. Kıbrıs Türk Halkı için de kapanmalıdır. Bu bir yol ayırımıdır ve Kıbrıs Türk Halkı, tercihini bir hayal ve ütopya için yapmamalıdır. Kıbrıs Türk Halkı için temel sorun Kıbrıs Sorunu değil! Hatta bu sorundan kaynaklanan sıkıntılar da değil! Bu ülkede temel sorun, toplumun gereksinimlerine yanıt vermeyen, halkını mutlu edemeyen, sorun çözme yeteneği olmadığı gibi sorunları derinleştiren ve kendisi de sorun olan siyaset kurumudur.  
Toplumun gereksinimlerine yanıt veren, halkını mutlu eden, sorun çözen bir siyaset kurumumuz olsa, Kıbrıs Türk Halkı için bir Kıbrıs sorunu olmazdı. 
Dışlamaların, izolasyonların elbette ki önemi ve olumsuz etkileri çoktur ama bunlar aşılamayacak engeller değildir. Nitekim büyük oranda aşılmaktadır. Kaldı ki sorun çözme yeteneği olan bir siyaset kurumu, bunları da çözer ya da bunları dolanmanın yolunu bulur. 
Önümüzdeki dönemdeki sıkıntımız da Kıbrıs sorunu değil, siyasetin kendisi olacaktır. Bunu giderecek ortak akla ve güçlü bir siyasal liderliğe gereksinimiz vardır. Bu liderlik, bunun bilincinde olan, olabildiğince en geniş çerçevede uzlaşı sağlayabilecek bir liderlik olmalıdır. Hamasetle, hissiyatla, rüyalarla ütopyalarla değil; baskıcı yöntemler, ötekileştirme, diyalogsuzlukla hiç değil; ortak aklı ortaya çıkaran, ayakları yere değen, kucaklayıcı, gerçekçi, sonuç verici söylem ve politikalarla yürüyecek bir liderlik!  Böylesi bir siyasal liderlikle, “dünyanın sonu değil, onurlu, modern, çağdaş, laik bir toplum olarak yaşamanın yollarını bulabiliriz.”  Ve elbette bunu kendi devletimizle yapacağız. Ne sorun çözemeyen kendi siyaset kurumumuza duyduğumuz kızgınlık, ne Türkiye’deki Kıbrıs Türk Halkı’nın yaşama biçimine ters gelişmeler, kendi devletimize sahiplenmenin önüne geçmemelidir. Bunu yaparken, elbette ki dışlamalarla izolasyonları tümüyle kaldırmanın ve siyasal tanınmayı sağlamanın, bugünkü dünya düzeni içinde çok da kolay olmayacağı iyi bilinmeli, bu konularda zamana oynanmalıdır. Bu bağlamda halkımızda yeni travmalar yaratma potansiyeli ile yüklü, başarısızlığı kesin olan adımlar atılırken çok dikkatli olunmalı; sonuçları iyi hesaplanmalıdır.  
Koşut olarak komşu toplumla, her türlü diyalog, işbirliği, güçbirliği, ortak harekete açık bir kadife ayrılığı konuşmalıyız. Bundan böyle bir uzlaşma masası kurulacaksa, bu masada konuşulması gereken budur. Ortak yönetim değil!

SON OLARAK
Gelelim en başa! 
Gayya kuyusunu anlatmıştım ya! Söylediklerimle bağını kurayım: 
Bu adada yeni bir ısmarlama ortak yönetimin, bizim için “gayya kuyusu” olma olasılığı, olmamasından çok daha yüksektir. Birçok veri, olası bir çözümden sonra da Rum Halkı’nda, Kıbrıs Türk Halkı’nı her yönden (statü, kimlik, ekonomi, kültür ve saire) eritme ve erozyona uğratma amacından sapmayacak güçlü dinamiklerin varlığını göstermektedir. Potansiyel olarak bu amaç doğrultusunda çalışacak Ortodoks Kilisesi gibi bir kurum ve eski EOKA’cılar gibi grupların varlığı ortadadır. Bundan dolayıdır ki akılcı/rasyonel/gerçekçi düşününce bu olası gayya kuyusuna balıklama dalmanın sonunun felaket olması da büyük olasılıktır.
 İnsanın intihar etmesi için büyük bunalım içinde olması gerekir. Toplumlar da öyledir. Kendisini gayya kuyusuna atan bir toplum da intihar ediyor demektir ve ciddi bunalımda geçirmektedir.
Ben Kıbrıs Türk Halkı’nın bu anlamda, bunalımda olmadığını düşünüyorum.