Mağusa’daki (DAÜ yakınlardaki) BM Barış Gücü Kampı’nın, işlevselliği kalmadığı gerekçesiyle boşaltılması istemi, son yılların çok hoş ve anlamlı haberlerinden biri oldu benim için! 
Hızla gelişen kentin ortasında, “sırıtkan” bir “kirlilik” timsalidir o kamp! Gecekondu mahallesi gibi bir şey! Çok da anlamsız kaldı gerçekten! Hani zaman zaman anlatılır ya, bir yerde askeri bir mevzi, üs ya da başka bir şey kurulup da yıllar sonra işlevselliği kalmamasına karşın o noktada nöbet tutulması süregider diye! Onun gibi bir şey o kamp! 1974 öncesinde kurulmuş ama 20 Temmuz 1974 sonrasında ortam ve koşullar kökten değiştiği halde, bugüne kadar orada tutulmuş öylece!  
Elbette ki istemin gerçeğe dönüşmesi çok da kolay olmayacak! BM direnebilir ama esas direnecek olan Güney’deki Rum Yönetimi’dir diye düşünüyorum. Nedeni belli! Adamlar hâlâ daha kendilerini Kıbrıs’ın tek egemeni görüyorlar.
Bekleyip göreceğiz ama bana göre Türk tarafı bu konuda ısrarlı ve kararlı olmalı, pes etmeden konuyu takip etmeli

O KAMP EĞER KKTC YÖNETİMİNİN DENETİMİNE GEÇERSE….
Konu ile ilgili olarak benim üzerinde durmak istediğim, o kamp KKTC Yönetimi’nin eline geçtikten sonra ne olacağıdır. 
21 Aralık 1963’te, kurucu ortak olduğumuz Kıbrıs Cumhuriyeti’nden dışlanarak “devletsiz” bırakıldık ama efsanevi bir direniş göstererek varlığımızı koruyabildik ve kendimize özgü bir devletleşme süreci yaşadık.  Buna koşut olarak, 20 Temmuz 1974, bize topluca yaşayacağımız bir coğrafya kazandırdı. Bu coğrafyada toplanmamız çok da kolay olmadı ama sonuçta çok zor koşullardan geçerek, süreç içinde, bütüncül bir coğrafyaya toplanabildik ve devletleşme sürecimizi ileriye götürerek bugüne gelebildik. 
Evet devletleştik ama çok konuda (eğitim, sağlık, çevre, trafik ve daha nice konu) olduğu gibi, kentleşme, betonlaşma ve imar planı bakımından da çok kötü çuvalladık! Kentlerimiz akılsızca; hedefsiz, plansız, öngörüsüz, mantıksız ve şehircilik anlayışından yoksunluk uygulamalarla büyüdü. Daha doğrusu betonlaştırıldı; spekülatif kazançlar ve rant anlayışına göz yumuldu ya da prim verildi ya da bilinçli olarak öyle olması istendi. Hangisi olursa olsun, varılan sonuç bakımından fark etmez. 
İçime dert olduğu için daha önce de birkaç kez bu sayfada özellikle Girne’nin geldiği duruma isyan ettim. Tanrı aşkına, dağla deniz arasına sıkışmış, altyapısı güdük ve gelişmeye, geliştirilmeye uygun olmayan coğrafi konumdaki bir kenti, o şirin Girne’yi, hangi akıl, hangi mantık, hangi vizyon, hangi öngörü, hangi planlama bu duruma düşürdü? Yoksa akılsızlık, mantıksızlık, vizyonsuzluk, öngörüsüzlük, plansızlık mı demeliyim? Ya da “spekülatif kazanç” ve “rant” sevdası mı? Girne’nin, elbette ki ne yapılırsa yapılsın bir çekici yanı vardır ve olacaktır, ama artık o bilinen Girne olmaktan çıktı. Evet, Kıbrıs deyişiyle Girne “şeher” oldu ama o bildiğimiz Girne değil artık!
Özellikle Girne üzerinde duruyorum ama diğer kentlerimiz de ayni yolun yolcusudurlar.    

1974 ÇOK OLANAKLAR VERDİ AMA BİZ….
20 Temmuz 1974, bize, uzun yıllar, hatta yüzyıllar, toplumsal/kamusal gelişme ve altyapımız için gerekli toprağı da kazandırdı. Biz bu toprağı, çoğu kez peşkeş çekip golifa gibi dağıtırken, kamu yararı için, gelecekteki kuşaklar için gerekli olan toprağı, hesaplayarak kamunun elinde tutmayı beceremedik.
Bunun düşünülmediğinden, tartışılmadığından, gündeme gelmeyişinden değil! Tartışıldığının, gündeme geldiğinin canlı tanığıyım. Hatta ilgili yasa görüşülürken, konuyu Kurucu Meclis’e taşıyanlardan biriyim.  Yani her şey öngörüsüzlükten, beceriksizlikten, vizyonsuzluktan kaynaklanıyor. Bugün Devlet, okul ve benzeri kamu yatırımları için yer bulamıyorsa bunun nedeni budur. Elbette bununla zaman geçirmenin anlamı yok! Keşke meşke diyerek de bir yere varılmaz.
Diyeceğim şu: Gazimağusa’daki BM Barış Gücü Kampı gibi potansiyel olarak kamunun denetiminde geçebilecek yerler, her ne koşulda olursa olsun, kamunun elinden çıkmamalıdır.  Kamunun elinde kalmakla da yetinilmemeli, kamunun beton yığınlarına da dönüşmemelidir. 
Çağdaş kentler yeşillidir, geniş ve bol yeşil alanları ve parkları vardır. Özellikle gelişmiş ülkelerin kentlerinin en çok sevdiğim yanlarından biri, geniş, bakımlı yeşil alan ve parklarıdır. Türkiye’de maalesef bu tam da öyle değil! Bizde hiç öyle değil! En azından yeteri kadar yok! Oysa çok iyi anımsıyorum. Yeniyetmeliğimi, ilk gençliğimi yaşadığım 1950’li yıllarda, adamızda kentleşme ileri boyutta değildi ama her kentin kocaman bir “millet bahçesi” vardı. Savaş yıllarında belki bu anlayışı ileri götürmek olanaksızdı belki ama 1974 sonrasında belediyelere bunu yapacak olanaklar vardı.

SÖZÜN KISASI
Gazimağusa, güzel bir kenttir. Tarihi dokusu, üniversite kenti olması, kente çok artı değer katar ve bu kentin, görkemli bir parka gereksinimi vardır. Bu bakımdan, kentteki BM Barış Gücü Kampı’nın bir gün bize geçmesi durumunda, o kamp yalnız ve ancak park olarak düşünülmelidir. Oraya okul yapılması, üniversite kampüsü olması zevahiri kurtarmaz. Orasının okul ya da üniversite olarak betonlaşmasına olanak ve fırsat vermek, çevresel cinayet olur. 
Şimdiki hükümet için söylemiyorum ama bizim siyaset kurumumuz, kamu varlıklarını ya da kamuda olması gereken kaynakları; popülizm, hatta bazen çok küçük hesaplar için çarçur etmekte ustadır, beceriklidir. Ve hiç kuşkum yok, fırsatı yakalarsa konumuz kamp alanını da benzer biçimde çarçur edebilir.
Bu bakımdan, hükümetten ve özellikle bu işin takipçisi olan Kudret Özersay’dan bir beklentimiz var: Eğer bu işi başarıp da kampı teslim alırsanız, lütfen orasını koruyacak yasal düzenlemeleri de hemen ve peşinen yapınız. 
Lütfen yapınız bunu!