Merhaba sevgili Vatan okuyucuları, hepinize iyi bir hafta diliyorum. Umarım bu haftaki  gezi notlarını beğenirsiniz.  Amacımız, nereleri gezdiğimizi anlatıp  öğünmek değil, gezip gördüğümüz yerleri, oralarda yaşayan inzanların geleneklerini, yaşam tarzlarını ve gezilip görülecek yerlerini sizinle paylaşmak, sizlere bilgi aktarmaktır.
Bu amaçla geçen hafta başladığımız ve tamamlayamadığımız  Nijerya gezisine devam ediyoruz. 

NİJERYA: DEVLETİ ZENGİN, 
HALKI FAKİR BİR ÜLKE

Yatağa uzandığım ada tavandaki koskoca örümceği görünce tüm yorgunluğuma rağmen uyumak isteğim kaybolmuştu. Gözlerim açık, bir elimde ayakkabı, gözlerimi tavandaki örümceğe dikmiş bekliyordum.  Ne kadar bekledim, örümcek ne oldu, ertesi gün gözlerimi açtığımda bunların hiçbirini hatırlamıyordum.  
Uykusuzluğa tahammül edememiş, uykuya dalmıştım.  Çok geç yatmış olmama rağmen, ertesi gün saat 8 olmadan gözlerimi açtım. Tavandaki örümcek gitmişti. Biraz sonra Jeff gelecek, bu geçici otelden ayrılıp daha kaliteli bir otel arayacaktık. Ama taksiyle dolaşıp otel aramak kolay değildi. Başka bir yol bulmalıydık.  Bu düşünceler içerisinde yüzümü yıkadım, bir de duş aldım. Artık kendimi daha iyi hissediyordum. Yatağın başucundaki telefona uzandım.  Resepsiyona, arkadaşım gelince bana haber vermelerini söyleyecektim. Ancak o anda, telefonun altında dünyanın her yerinde  “ YELLOW PAGES” olarak tanınan   telefon rehberinin bulunduğunu fark ettim. Bu rehber bana , denizde yolunu şaşırmış denizcilerin, pusula bulmalarıya eşdeğer  gelmişti. Bu telefon rehberi ayrıca bana, ileriye yönelik bir ilham vermişti. Bunu şimdi değil, Nijerya seyahatinin sonunda okurlarla paylaşacağım. 
Hemen rehberi açıp  Lagostaki otellerin telefon numaralarını ve reklamlara bakarak fiyatlarını araştırmaya başladım. İçlerinden İKOYİ Hotel adlı bir otel fiyat ve görünüş yönünden bana uygun gelmişti. Telefon edip fiyatlarını ve boş odalarının bulunup bulunmadığını öğrendim.  Adreslerini not ettim. Bir de Lagos’taki TC Büyükelçiliğinin adres ve telefonunu aldım.   Valizimi de alıp resepsiyona gittim. Lobide Jeff’i beklemeye başladım.
Jeff biraz sonra geldi. Durumu kendisine açıkladım.  Oteli ödeyip bir taksi çağırdık. İkoyi hotele gittik. Bir   oda istedik. Ne kadar kalacağımızın belli olmadığını söyledik. Birkaç günlük oda kirasını peşinat alıp bana bir   oda verdiler. Valizimi yerleştirdikten sonra  lobiye oturduk. Jeff’e bir kahve ikram edip kendisine yardımları için teşekkür ettim ve onun planını sordum. Jeff:
“Teşekkür edecek bişey yok. Ben sizin ülkenizde okuyorum Orada bana çok iyi davranıyorlar. Sizin burada hilekar insanlarla muhatap olup ülkem hakkında kötü fikirlere sahip olmanızı istemiyorum.  Dünyanın her yerinde olduğu gibi, burada da kötü niyetli insanlar elbette vardır. Ama tüm insanlarımız kötü değildir. Buradan iyi bir intibayla ayrılmanızı istiyorum. Bu nedenle size yol göstermek istedim. Ben de biraz sonra köyüme gideceğim.  Tatilimi geçirirken   aileme de yardımcı olmam gerekiyor. Umarım seyahatiniz iyi geçer” deyip ayrıldı.
Jeff ayrıldıktan sonra otelin bahçesine çıktım. Rezervasyon sırasında  bana bir kart vermişlerdi. Bu kart sayesinde otelin restorantlarından, barlarından, yüzme havuzundan v.s. yararlanabilecektim.  Otele ait bir büfeden bir sandviç bir de gazoz aldım. Yüzme havuzunun kenarına oturup kahvaltımı yaptım. Kahvaltıdan sonra bir telefon kartı aldım. Romadan ayrıldıktan sonra evi hiç arayamamıştım. Otelin ankesörlü telefonuna gidip  evin numarasını çevirdim.
Ne mümkün. Sürekli “Dit. Dit” sesi. Hatların dolu olduğunun işaretiydi. Daha sonra tekrar ararım diyerek TC elçiliğini aradım. Birkaç denemeden sonra çıktı. Hattaki görevliye, Kıbrıstan geldiğimi, elçiliğe gidip tanışmak istediğimi ve bazı konular hakkında bilgi almak istediğimi söyledim.  Otelimin ismini verdim. Görevli çok kibar davrandı, bana  yoldan taksi çevirmememi, otelden bir taksiyle fiyatta anlaşıp elçiliğin adresini vermemi, kendisinin de kapıdaki görevliye adımı vereceğini, içeriye zorluk çekmeden girebileceğimi ayrıca, hotelden elçiliğe yaklaşık taksi fiyatın kaç para olacağını da söyledi.
Yoldan neden taksi çevirmememi söylemişti; anlamadım ama, dediği gibi yaptım. Otelin girişindeki taksilerden birine gidip şoföre fiyat sordum. Elçilik görevlisinin söylediği  fiyattan epey yüksekti. Pazarlığa giriştim. Şoför nereli olduğumu, Nijerya’ya niçin geldiğimi sordu. Türk olduğumu öğrenince :
“Sana yardımcı olacağım. Benim adım Abdülkerim. Elhamdülillah müslümanım. Mademki buraya iş için geldin, senin dolaşacak çok yerin vardır. Taksiye çok ihtiyacın olacak. Ayrıca sana yardımcı olacak birisine de ihtiyacın olacak. Gel seninle bir anlaşma yapalım.  Her gideceğin yer için benden  fiyat sorma. Benimle günlük anlaş. Bütün gün seni gideceğin yerlere götüreyim. Ayrıca onlara telefon edip randevu almana yardım edeyim.  Bu şekilde sana çok ucuza gelir dedi ve elçilik görevlisinin söylediği fiyatın 3 katına bana bir gün hizmet edeceğini söyledi.Teklifi bana da uygun geldiğinden o şekilde anlaştık ve otelden elçiliğe doğru yola çıktık.
Yollar, haddinden fazla kalabalıktı. “İğne atsan yere düşmez” derler ya, aynen o şekilde. Sokaklar satıcılarla dolu, kadın, erkek, çocuk… herkes bişeyler satmaya çalışıyordu. Bu satıcılar, yolların yarısını işgal ediyor, arabalara hareket edecek yer bırakmıyordu. Yollar, arabalarla doluydu. Araçlar, satte 1 km hızla ancak yol alabiliyordu.
Bu trafikte seyretmeyi kolaylaştırmak için devletin bulduğu çözüm bana çok ilginç gelmişti. Birçok yerde yollar 2 katlıydı. Gidişler alt yoldan, dönüşler üst yoldan yapılıyordu. Bu yollar kilometrelerce uzayıp gidiyordu. Bu yollara bakınca devletin zengin olduğu anlaşılıyordu. Ama halk ?.. Maalesef halk için aynı şey söylenemezdi.
Araba çok yavaş seyrettiğinden yolun iki tarafını da rahatlıkla görebiliyordum. Sağ tarafta bir tabela gördüm: “Güzellik Salonu”
Yolun kenarına 4 tane direk dikmişler, üzerine çalı çırpı koyarak bizim “Galif” dediğimiz çardaklardan yapmışlar, adını da güzellik salonu koymuşlardı. Galifte koskoca bir kazan, altında odun ateşi yanıyor ve sıcak su elde ediliyordu. Galifin altında bir kız, sandalyedeki müşterisinin saçlarını yıkıyordu.
Daha önce söylediğimiz gibi iki katlı yolun üst katını  taşıyan beton direklerin arası satıcılarla doluydu. Bazıları muhtemelen geceleri de burada konaklıyordu. Çünkü arka planda yatak/ yorgan gibi eşyalar duruyordu. Bu da, halkın yoksulluğunu gayet rahat izah ediyordu.  Bu zengin devletin fakir insanları arasında diğer arabaların oluşturduğu kuyruğa takılmış, yoğun bir insan kalabalığı arasında Türkiye Büyükelçiliğine doğru  tabiri caizse “topallaya topallaya” ilerlemeye çalışıyorduk.. (DEVAMI HAFTAYA)

SİZİN ÜLKENİZDE  
KAĞIT YOK MU?

1972-73 eğitim yılında üniversitenin üçüncü sınıfını bitirmiş, Ağustos ayında 3 aylık staj için Birleşik Krallığa gitmiştim. Staj yerleri , TMGT (Türkiye Milli Gençlik Teşkilatı) ile hala daha faaliyette olan IAESTE (The International Association for the Exchange of Students for Technical Experience) derneği tarafından sınavla veriliyordu. Bu dönem bana hem teknik bilgi olarak, hemde dünyadaki farklı ve yeni şeyleri görebilme açısından birçok kazanımlar sağlamış, bunun da ötesinde   staj sonrası yaşayacacağım birçok olayın tetikleyicisi olmuştu.  Ağustos ayında Londraya gittim. Birkaç gün Londrada yaşamakta olan Ahmet Sarpoğlu adlı bir tanıdığın evinde kaldım.  O zamanlar Londra İstanbuldan daha büyük bir kentti.  Türkiyede henüz yaygınlaşmamış olan Mağazalar zinciri statüsünde birçok  kuruluş (Boots, Coop, Woolworth vs) vardı. İngilizlerin meşhur “Fish and Chips”  yada “Chicken and Chips” leri çok farklı gelmişti. İlk defa marketlerde çalışan zencileri gördüm, Underground denilen yeraltı trenleri, yürüyen merdivenler benim için çok büyük yeniliklerdi.
Staj yeri Nottingham’a bağlı Hucknall kasabasında National Coal Board’a ait bir kömür ocağıydı. Önceden bana ikamet edeceğim yer bildirilmişti. Londra’dan Trenle Nottinghama gittim, oradan bir taksiyle kalacağım eve gittim. Evde, benden başka 7-8 genç daha kalıyordu. Bunlar orayı pansiyon olarak kullanıyorlardı. Belli bir ücret ödeyerek yemek, yatak ve elbise temizleme hizmeti veriliyordu.  Üç ay onlarla birlikte kalacaktım.
Kömür ocağının çalışma disiplini bende büyük bir hayranlık uyandırmıştı. Kömür ocağında yaklaşık 2000 kişi çalışıyordu. Bir personel müdürü ve bir sekreteri tüm personel işlerini yürütüyordu. Staja başladığım ilk gün personel müdürü (Mr. Chetwind) beni hastaneye götürdü. Sıkı bir sağlık kontrolundan geçirdiler, göğüs röntgeni çektiler.  Röntgen sonucunu bekledik, temiz çıkınca beni alıp ocağa götürdü. O günü ofiste geçirdim. Ertesi gün beni iki hafta çalışacağım ekip başına teslim etti . Artık üç ay boyunca  sabah 6.30- Ö.S. 2 arasında yeraltında staj yapacaktım. Burada stajın teknik ayrıntılarına girmeyeceğim. Ama üç ay boyunca bir İngiliz ( Welch) ailesinin yanında  onların sosyal yaşamları içinde yer almak, farklı bir kültürü yaşamak çok değişik gelmişti.  
Evin beyi Douglas, hanımı Iris idi. Ben kendisine takılmak için Irish derdim, çok kızardı.  Adamın da, kadının da ikinci evliliğiydi. İlk evliliklerinden doğan çocukları da onlarl birlikte kalıyordu. İkisinin ortak çocuklrı bir kızdı. Adı Judith. Kız benden küçüktü. Onun babasından ve annesinden çekinmeden sigara içmesi beni çok şaşırtmıştı. Hatta babası sigara eksildiği zaman, kızından parayla sigara satın alıyordu.
İlk renkli televizyonu orada görmüştüm. Ayrıca parayla çalışan televizyonu da ilk kez orada seyrettim. Kiracı olarak kalanlar, televizyon seyretmek isterlerse, televizyonun arkasındaki bir yarıktan  para atıyordu. Hatırladığım kadarıyla kumbaralı bu TV cihazına bir şilin atıldığı zaman bir saat gösteriyordu. 
O bölgede yaşayanların eğlence tarzlarını kısa zamanda çözmüştüm. Akşamları, özellikle hafta sonları, evlerde sadece yeni nişanlılar veya yeni evlilerle çok yaşlı insanlar kalırdı. Genç kızlar   ve delikanlılar pub larda vakit geçirirdi. Daha büyükler, ortayaşlı olanlar ve yaşlılar, bingo (tombala) oynamaya giderler, evde durmazlardı.
Refah seviyeleri bize göre çok yüksekti ama kültür açısından oldukça geriydiler. Kıbrıstan gitmeden önce ev sahibine götürmek üzere bir hediye almak istemiştim. O dönemde nakışla işlenen veya sentetik malzemeden preslenerek üretilen Kıbrıs haritaları çok popülerdi. Yabancı turistler kapış kapış alıp ülkelerine hediye olarak götürüyordu. Ben de yaklaşık 20 cm büyüklüğünde bir tane almıştım. Bir gün akşam yemeğinden sonra TV seyrederken kendisine hediye ettim. Kadın haritayı aldı, bişey söylemedi. Evirip çevirmeye başladı.  Birkaç dakika sonra “Sizin ülkenizde kağıt yok mu? “  diye sormasınmı!
Ben olayı unutmuştum. “Tabii var, niye sordunuz?” dedim. Kadın: “Haritaları  böyle kumaşlara yapıyorsunuz da, onun için!” dedi.
Orada staj yaptığım sürede ev sahibi de, diğer pansiyon arkadaşları da bana karşı çok iyi davrandılar. Evden uzun süreliğine bir yere gidecekleri zaman kızlarıyla birlikte beni de yanlarına aldılar.   Orada çok iyi vakit geçirdim. İstanbula dönerken yanımda götüreceğim eşyalarla birlikte, birçok  da anı biriktirmiştim. Ama    beraberimde götüreceğim eşyalar     İstanbula döndükten sonra beni  zorlu bir yolculuğa daha çıkmaya mecbur edecekti. Onu da bir sonraki hafta anlatmak ümidiyle herkese güzel bir hafta diliyorum.