Değerli Vatan okurları,  hepinize   iyi bir hafta dileyerek 32. Hafta kaldığımız yerden yazımıza devam ediyoruz.

SOFYADAN GEZİ TRENİYLE BÜKREŞE

Sofyada 2 gün kaldık. Vitoşa Bulvarı ile Serdika Metro istasyonu civarında epey vakit geçirdik. Çünkü randevularımız ve otelimiz bu bölgedeydi. Sokaklar daha önce de yazdığımız gibi tertemiz, pırıl pırıl. Sofyalılar da eğlenceye düşkün.  Vitoşa bulvarı ve daha birçok bölgede barlar, restorantlar tıklım tıklım. Fiyatlar bize göre normal. Bazı ürünler daha ucuz, bazıları biraz daha pahalı. Vitoşa Bulvarının hemen başında  bir striptiz bar görünce şaşırdım. Ama benzeri eğlence yerlerine Romanya , Macaristan ve Avusturyada da rastladık.
Üçüncü gün sabah Serdika metro istasyonundan tren garına gittik.  Sabah saat 9 civarında tren hareket etti. Trende yemek ve bir su bulunmadığını daha önce internetten öğrenmiştik. Bu nedenle  tren garından  birkaç tane sandüviç ve birkaç şişe su aldık. Yanımda 2 tane telefon ve 2 tane tablet ve bir laptop bulunuyordu. Bu nedenle seyahat boyunca bol bol fotoğraf çekme imkanım vardı.
Yol boyunca bir nehir bize eşlik ediyordu. Daha  doğrusu tren güzergahı, kıvrım kıvrım akan bu nehri izlemekteydi.
Nehirde balık tutanlar ve  nehir kenarında sürü bekleyenler  vardı. Dikkat çeken bir husus, ovaların ucu bucağı görünmeyen mısır ve ayçiçeği tarlalarıyla kaplı olmasıydı. Bu bereketli topraklar, akarsular ve iklim, hayvancılığı destekleyen çok önemli hususlardı. Bu tarlalara, Romanyada da, Macaristanda da rastladık. Trenyolu güzergahı aynı zamanda meyve ağaçlarını da barındırıyordu. Özellikle ceviz ağaçları yol boyunca hiç eksilmedi. Güzergah boyunca çok miktarda kayaç rezervleri bulunmakla birlikte sadece bir tane mermer ocağı gördük.

PLEVNE SAVUNMASI
Trende fazla yolcu yoktu. Bizim olduğumuz kompartımana bir ara birkaç kişi geldi, birkaç durak sonra indi. Tren  birçok istasyonda durdu.Saat 11.15 te  Pleven (Plevne) deydik. Plevne Bulgaristanın  kuzey kesiminde önemli bir kenttir. Tuna nehrinin bir kolu olan Vit  nehrinin birkaç mil doğusunda yer alır. Eskiden, buraya Storgosia denirmiş. Storgosia Hunlar tarafından yakılıp yıkılmış ve VI. Yüzyılda imparator I. Jüstinyanus tarafından yeniden inşa edilmiş. Slavlar tarafından Kajluka olarak adlandırılmış. 1266 yılında Macaristana bağlanmış ve 1270 den sonra Pleven (Plevne) olarak adlandırılmış. XV – XIX yüzyıllar arasında Osmanlıların çok önemli bir kalesi ve ticaret merkeziymiş. 1877-78 Osmanlı – Rus savaşı sıraında Gazi Osman Paşanın Plevne müdafaası kent açısından çok önemli olup bunun anısına buraya Pleven Epopee 1877  (Pleven Panorama) adlı bina inşa edilmiştir. 
Günümüzde  Plevne tarım ve gıda, tekstil, mühendislik, çimento, ahşap işleri, lastik ve tütün endüstrilerinin toplandığı bir merkezdir. Plevne kuşatması adına 8 müze kurulmuş. Ayrıca bir de  1905-1907 yılları arasında açılan Kurtuluş Müzesi bulunmaktadır. Bölge Tuna nehri ve onun çeşitli kolları sayesinde sulak bir bölgedir.Tahıl, üzüm, çeşitli meyveler ve hayvancılık başlıca uğraş sahalarıdır. Nüfusu 120  000 kişi civarındadır.
Yola çıktıktan 5  saat kadar sonra Romanya sınırına gelmiştik. Bulgaristan ve Romanyanın ikisi de Avrupa Birliği üyesi oldukları için trenin sınırda durmayacağını sanmıştık  hiç de öyle olmadı.  Sınırın Bulgaristan tarafında durduk. Pasaportları topladılar, Bir saat kadar orada oyalandık. Sonra pasaportları getirdiler. Görevliye “Biz AB üyesi bir ülkeden geldik. Ayrıca AB pasaportumuz var. Bulgaristan da AB üyesi, gideceğimiz yer de Avurpa Birliği Üyesi. Neden kontrol ediyorsunuz?”  diye sordum. Görevli: AB üyesi olsak da, yine de kontrol hakkımız vardır. Diye cevap verdi. O kadar kontrola rağmen, pasaportlara mühür vurmamışlardı. Bu kontrol noktasından sonra Bulgaristanda durmadık. Hatta Romanya sınırını geçtikten sonra da bir müddet gittik, ondan sonra tren durdu ve trene giren Romen görevliler tarafından pasaportlar tekrar kontrol edildi. Mühür vurulmadan pasaportlar geri yolculara verildi.
Bulgaristan ve Romanyaya daha önce hiç gitmeyenler, sınır işaretlerini görmese bile, farklı bir ülkeye girdiklerini kolaylıkla anlayabilirler. Bunun   çeşitli belirtileri vardır. Herşeyden önce sınırdaki nehir üzerinde aniden yoğun bir sanayileşme ve nehir taşımacılığı yapan gemilerin varlığını görürsünüz. Bunun dışında yüzlerce petrol kuyusu / sondajı farklı bir ülkeye girdiğinizi hemen anlarsınız.
Bunun dışında Bulgaristandaki temizliğin yerinde yeller estiğini görürsünüz.
Romanya da bizim gibi önemli tezatların bir arada bulunduğu bir ülke. Bulgaristan sınırından içeriye girdiğimiz andan, ülkeyi terk edinceye kadar yüzlerce petrol kuyusu / sondajı gördük. Bu kadar çok petrol bulunabilen bir ülkede, güneş enerjisine yatırım yapmayı kim düşünebilir. Bunu  petrolden yoksun olan bizler düşünebiliriz. Romenler, etraftaki kirliliğe ve bol miktarda petrol rezervine sahip olmalarına rağmen, yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelmişler.  Sofya-Bükreş tren yolculuğu sırasında, bir güneş enerjisi istasyonuna rastladık. En azından  1 Km uzunluğunda ve o kadar da genişliğe sahip, yani 1 km karelik bir alanı kapsayan güneş kollektörleri gördük. Başka yerlerde de muhtemelen başka solar kollektörler de vardı. Bunları görünce içimden “Bunlar asıl bize lazım” diye geçirmeden edemedim. Haftaya, Bükreşte karşılaştıklarımızı paylaşmak üzere.

1962 YILINA BİR YOLCULUK
Değerli okurlar, son birkaç hafta içinde ülkemizde bir tiyatro tartışması yaşandı. Hazır konu gündeme gelmişken, bundan 57 yıl önce, 1962 senesinde durum neydi? Geriye dönüp  o döneme bir bakacak olursak, o günlerde  yaşanan bir olayı ve bu olay nedeniyle yayınlanmış olan bir kitabı karıştırdım.
Kitabı, fotoğraf konusunda bir duayen olan Mehmet Şık’ta görmüş ve bazı sayfalarının fotoğrafını çekmiştim. Bu sayfaları sizinle paylaşmak istedim.
Konu, en köklü spor kulüplerimizden biri olan  ÇETİNKAYA ve  Çetinkaya  Türk  Spor Birliği’nin Temsil Kolu tarafından oynanacak bir oyundur.  Yazarı Peyami Safa, Yönetmen Üner Ulutuğ’ dur. Konuyla ilgili olarak bir kitap hazırlanmıştı. Kitabın içinde bugün zaman zaman gülerek, zaman zaman eskileri hatırlayarak okuyacağımız reklamlar bulunmaktadır  Oyunun yönetmeni olan Üner Ulutuğun yazmış olduğu   yazının bir bölümünü okurlarla paylaşmak istedim.

İLK ADIMLAR

…….Son zamanlarda Tiyatroya ait bir çok hareketler var. Birçok klüpler, bir çok toplumlar karınca kararınca birşeyler yapmaya çalışıyorlar. Karınca kararınca diyorum, çünkü, bu toplumların hiç biri ne bütün gücünü bu işe verebilir.  Sadece faaliyet yönünden faydalı olurlar o kadar. Ama bu da az iş değil…Peki, ne yapmak lazım bir tiyatronun olabilmesi için? Herşeyden önce yanımızda yaşayan diğer toplumu etüt etmemiz lazım. Tiyatronun gerekli ve faydalı  olduğunu onlar bizden önce anlamışlar ve harekete geçmişler. Üç, dört tane tiyatro kurmuşlar,  sonra bütün bu ekipler birleşmişler ve devletleşmişler. Yani bütün elemanlar maaşlı memuru olmuşlar bu işin. Hayatlarını bu yönden kazanıyorlar. Zaten bu işin başka türlü yürümesi imkansız. İmkansız, zira tiyatro çok çalışma isteyen bir meslek. Günde bir iki saat ayırmak yetmez bu işe….

Sahnede iki saat seyredilen bir elemanın yetişebilmesi için seneler  ve o oyunun hazırlanması için de aylar gerekli. Ancak böyle olursa o muhitte tiyatro tam manasıyla doğar. Diğer türlüsü çatlak fıçıya su doldurmaya benzer. Bütün çabalar hiçedir. Senede ya bir, ya da iki faaliyet yapılır, o da okul müsameresinden ileri gidemez. Halbuki bir aktörün  ya da aktristin  tiyatro konusunda hem ameli, hem de nazari bilgisi olmalı….Diğer toplum bu ihtiyacı da halletmiş, Tiyatro ve Müzik okulu açmışlar, çalışıyorlar.
Bizde şimdiye değin olmadı bu iş, olamadı. Neden acaba? Bizde kabiliyetli kişiler yok mu? Olduğuna inanıyorum ben. Ama her şeyden önce, bu kıymetlerin yetişecekleri bir muhit olması, hayatlarını bu yönden kazanmaları yani tiyatroyu meslek edinmeleri ve nihayet her gece ya da belirli gecelerde  perdelerini açacak bir bina lazım. Son ve kat’i çare bu….

Üner Ulutuğ

Üner Ulutuğ ( 1938- 2 Temmuz 1978), Lefkoşalı tiyatro sanatçısı ve yönetmeni. İlk Sahne'nin kurucularındandır. Ulutuğ 1962 yılında tiyatro binasının yokluğundan yakınıyordu. Bugün Belediye tiyatromuz var, ama devlet tiyatromuzun binası yandı, 20 senedir yenisini yapamadık. Yazıklar olsun.

SOĞUK DEMİŞ Kİ: ERZURUMDA DOĞDUM, AFYONDA BÜYÜDÜM, SİVASA YERLEŞTİM

2 sene içerisinde çocukları görmek için de olsa, Sivasa  dört-beş kez gittik. Yazını da, kışını da gördük Bu vesileyle Ankaraya, Yozgata ve Kayseriye de uğradık. O zaman trenle yolculuk çok uzun sürerdi. Şimdi hızlı tren de vardır sanırım. Yol boyunca şeker pancarı tarlaları vardı. Şimdi şeker fabrikalarının tamamı özelleşti galiba. Üstelik şeker yerine mısır şurubu kullanılmaya başlanmış. Öyle olunca pancar tarlaları boş, fabrikalar kapalı, çiftçiler de çalışanlar da işsiz.

Kayseri , bölgede çok gelişmiş bir kent. Uzun yıllar önce Kayserili iş adamlarının kurduğu bir şirketle iş yapmıştım. Su arıtma cihazları yapıyorlardı. Ben de bir süre bu cihazların Kuzey Kıbrıs bayiliğini yaptım.Kayserililerin çalışkanlığı ve açıkgözlülükleri meşhurdur. Bunu ifade etmek için anlatılan çok bilindik bir hikaye vardır.

Hikayede bir yahudi, Kayseriden geçerken kentin dışında konaklamış. Yanına gelen bir Kayseriliyle havadan sudan konuşmaya başlamışlar. Sohbet ilerleyince birbirlerine güvenleri artmış. Yahudi bu samimiyetten yararlanarak Kayseriliye: “Şehire gidince bana, oğluma ve atıma yiyecek bişeyler alabilir misin?” diyerek üçüne  de  yetecek kadar para vermiş. Aradan bir süre geçtikten sonra Kayserili geri gelip Yahudiye bir karpuz vermiş. “Al” demiş. “İçini sen ye, çekirdeklerini oğluna ver, atın da kabuklarını yesin” deyip gitmiş.