Değerli Vatan okurları,  hepinize   iyi bir hafta dileyerek 34. Hafta kaldığımız yerden yazımıza devam ediyoruz.

İNTERNETTE 25, YERİNDE 60 EURO

31 Ağustos 2018 Cuma günü Belediyedeki randevumuzu gerçekleştirdikten sonra otelin hemen yanındaki Bükreş üniversitesine gidip buluşacağımız profesörü ziyaret etmek istedik. Ancak bir talihsizlik sonucu o gün sınavlar yapılıyordu ve hocalardan birisi sınava gelemediği için bizim profesör onun yerine sınava  girmiş, kendisiyle buluşmamız mümkün olmadı. Bir sonraki gün de cumartesi ve tatil olduğundan profesörle randevumuzu iptal etmek zorunda kaldık.
Diğer randevumuz ise  Cluj kentindeydi. 
3 Eylül Pazartesi günü saat 10.00’da Macaristanın başkenti Budapeşte’de, Budapeşte Belediyesi yetkilileriyle toplantımız olduğunu göz önünde tutarak,  Budapeştedeki otelimize girişi 2 Eylül   Pazar gün saat 12’ye yaptırmıştık. Bu durumda 1 Eylül cumartesi günü Bükreşten yola çıkmamız gerekiyordu. Sonuç olarak Cluj kentindeki maden işletmesine de cumartesi gün gitmek durumu doğmuş ancak cumartesi günü kimseyi bulamayacağımız için bu topantıyı da iptal etmek gerekmişti.
Bükreşten Budpeşteye  otobüsle de,  trenle de gitmek mümkündü. İnternetten yaptığımız araştırmaya göre 2 kişilik otobüs bileti  50 euro idi. Bir kişilik tren bileti ise  15 euro civarındaydı. Otobüs yolculuğunun daha rahat ve daha kısa olacağını düşünerek otobüsle gitmeye karar verdik.
Otobüs biletini Kıbrıstayken internet üzerinden almaya çalışmıştık ama bileti satan firma kredi kartımızı tanımadığından biletleri kesememiştik. Metroyla gidip otobüs biletlerini almak istedik ama otobüs şirketinin ofisine gittiğimiz zaman ofisin kapanmış olduğunu gördük. Saat 17.00 de yazıhane kapanıyordu.
Ertesi gün mecburen bir daha gittik. Biletçi bize 1 kişilik biletin 60 euro olduğunu söyleyince hayretten küçük dilimizi yutuyorduk. Internet yazışmalarının yazıcı çıktılarını almıştım. Çıkarıp biletçiye gösterdim. Ne dese beğenirsiniz: “Ben anlamam. Bizdeki fiyatı bu. Beğenmediyseniz Internetten alın”
Bu söz üzerine akan sular durmuştu. Otobüsü bırakıp trenle gitmek zorundaydık.  Geri otele döndük.  Otele döndüğümüzde neredeyse öğlen oluyordu  ve ertesi gün akşama kadar Bükreşi gezmekten başka işimiz yoktu.  Bu süre ,  ancak da otelin çevresini dolaşmaya yetmişti.   
Bükreşte sanat öenmli bir yer tutuyordu. Otelin etrafında sanat galerisi, tiyatro binası, çeşitli  konserlere ait afişler vardı. Çalışma saatleri enteresandı. Otelin yanında bir gün evvel ziyaret ettiğimiz Romanya Milli Tarih Müzesi Bükreş Belediyesi tarafından çalıştırılıyordu ve Çarşamba-Pazar arası açıktı. Pazartesi ve Salı günleri kapalıydı. Bizim orada olduğumuz günlerde Petesburg Balesi ile Boney M’ in konserlerine ait afişler  ile daha birçok etkinliklerin ilanları ortalığı süslüyordu.
Üniversitenin yanında bir kitapçı vardı. Dükkanın adı, Mihai Eminescu idi. Adı ilginç geldiği için araştırdım.
Mihai Eminescu (15 Ocak 1850 – 15 Haziran 1889)  gayet romantik bir şair, romancı ve gazeteciymiş.  Romen şiirinin en  tanınmış,  etkileyici  ve aynı zamanda  Romen literatüründeki ilk  modern şairi imiş. 

KURBAN MADENCİLER
Cadde üzerinde birçok tarihi yapılar, önemli binalar ve anıtlar bulunmaktadır. Burada da Bulgaristanda olduğu gibi inşaatların etrafı reklamlı perdelerle kaplıdır. Şu şartla ki, Bükreşte perdelerin bakımı yapılmıyor. Yırtılanlar olduğu gibi bırakılıyor. Anlaşılan Romenler bunu ciddiye almıyorlar. Üniversite meydanının yanında, 13-5 Haziran 1990 yılında yaşanmış olan  olaylar sırasında ölenlerin anısına “kurban madenciler” anıtı bulunmaktadır. Bu anıt büyük beyaz mermer bir haç şeklinde olup üzerinde “13-15 Haziran 1990 – madenci kurbanlar anısına” diye yazılıdır.
O tarihte,
 bir madencilik davası askeri mahkemede görüşülme aşamasındayken, buna itiraz eden ve sivil mahkeme talep eden gösterici madenciler ile olaya müdahale eden askeri birlik arasında çatışma çıkmış, resmi açıklamalara göre 6 kişi yaşamını yitirmiş, 20 den fazla kişi tutuklanmıştır. Gayrı resmi verilere göre ölenlerin sayısı 100 den fazla olup 750 den fazla insan yaralanmış ve  merkezi polis binası ile İçişleri Bakanlığı ve  bazı  kamu binaları tahrip edilmişti.
Biraz ileride  kaldırımlarda  sebze ve meyve satan üreticiler vardı. Soğan 1 euro, salatalık 1.5 euroydu. Domatesin, kapya biberin, sarı fasulyanın  kilosu  2 euro  ve mor mersin 7 euro civarında idi. Yeşil ve sarı renkli acura benzeyen salatalık türü de rekor fiyatla kilosu 7 euro civarında satılıyordu. Patates en ucuz ürün olup fiyatı 0.6 euroydu. Otelin sokağında eski eşya, plak ve kitap satan bir satıcı vardı.  Haftaya deva etmek üzere…..

DÜNYANIN EN MEŞHUR VE KALİTELİ ÜRÜNLERİ, KUZEY KIBRISTA DÖKÜLDÜ MÜ?

Taşucundan Kıbrısa gelmek için saat 22.00 civarında kitaplarla birlikte feribota bindim. Bir süre sonra Palabıyık (İsim uydurmadır. Kişinin kendi lakabı değildir) lakabıyla  anılan bir tanıdık da feribota bindi. Arkasında gelen 2 hamal.  Palabıyığa ait kum eleve traktör klerini lastiklerini sürükleyerek, yuvarlayarak gemiye çıkardılar.  Onlar gittikten sonra Palabıyıkla selamlaştık. İkimiz de bu buluşmaya sevinmiştik. 8 saat sürecek bu yolculuk süresince, konuşabileceğimiz bir tanıdık bulmuştuk.  Biraz sonra Palabıyık güvertenin kenrına doğru yürüdü. Bir gümrük görevlisi geminin biraz ilerisinde durmuş, gemiye binecek olan yolcuların eşyalarını ve pasaportlarını kontrol ediyordu. Palabıyık gümrük memurunu kastederek. “Kendini açıkgöz zannediyor ama, kendisinden daha açıkgözlerin mevcut olduğunun farkında değil.”
Neden böyle söylediğini sorunca. ‘Eşyaları gemiye çıkarmama engel olmak istedi.  Cebine parayı koyup  “Al bu elliliği, bırak işimiz görelim” deyince beni de eşyaları da bıraktı. Ama  farkında olmadığı bişey vardı. Cebine koyduğum ellilik değil, yirmilikti.

Tabii o dönemde 50 lik derken 50 binlik banknot kastediliyordu. 50 TL lik banknotlar 1989 yılında tedavülden kalkmıştı. Geminin yola çıkmasına kısa bir süre kala, gümrükçü son bir kontrol yapmak için gemiye çıktı. Ben Palabıyığa: “Gümrükçü seni arıyor. Galiba yaptığın oyunu çaktı. Bir yere saklan” dedim. Palabıyık benim söylediğime pek inanmadı ama, ne olur ne olmaz diyerek güvertedeki banklardan birinin arkasına geçip oturdu.  Gümrükçü  güvertede biraz dolaştı, sağa sola bakındı, sonra çekip gitti. O gidince Palabıyık da ayağa kalktı.
Sağdan soldan konuşmaya başladık, biraz sonra konu, kendisiyle on sene kadar önce yaptığımız bir alışverişe gelip dayandı.

1986 yılında Sanayi Holdingten istifa edip kendi işimi  kurduğum zaman piyasada bulunmayan  bazı teknik malzemelerin bayiliğini almış ve sipariş üzerine bu malzemeleri ithal etmeye başlamıştım. Bunlar arasında kum ve çakıl elekleri,  tornacıların kullandığı sert maden uçlar, hava çelikleri ve taş ocaklarında kullanılmakta olan kaya matkapları vardı. Taş ocakçılığı o zamanlar şimdiki gibi değildi. Kum-çakıl  ağırlıklı olarak denizden çıkarılıyordu. Birkaç tane küçük taş ocağında biriket imalatçıları için kutrufi- kum, stabilize malzeme, sıva kumu, blogaj gibi ürünler üretiliyordu. Esas üretim, mozaik atölyeleri için renkli malzeme sektöründe yapılıyordu. Günümüzde hepsi kapanmış olan mozaik atölyeleri o dönemde bol miktarda vardı ve çalışıyorlardı. Bu atölyelere malzeme sağlayan, yani dağda patlatma yaparak üretim yapan,  birkaç tane kuruluş vardı. Palabıyık da bu atölyelere malzeme sağlamaya çalışıyordu.
Patlatmalar için delik açma  makinaları henüz yaygın olarak kullanılmaya başlamamıştı. El makinalarının ucuna kaya delici matkaplar takılarak 3-4 cm çapında delikler açılır ve içine bir dinamit konularak patlatma yapılırdı. Bu kaya matkaplarına  ülkemizde “liveri” denirdi. İşte ben bu liverilerden sipariş üzerine 5-6 tane Palabıyığa getirmiştim.

Palabıyık, liverileri aldıktan birkaç gün sonra geldi. “Sizin liveriler bozuk çıktı. Bir tanesini kullanalım dedik, iki büklüm oldu. Çelikleri tamam değil” dedi. Getirdiğimiz marka, eften püften bir marka değildi. Dünyanın en tanınmış markalarından biriydi. Bu şekle girmesi hiç görülmemişti. Ama “müşteri daima haklıdır” diyerek değiştirdik. Birkaç gün sonra Palabıyık tekrar geldi.  Liverilerin iki tanesi daha büküldü dedi. Çaresiz onları da değiştirdik.  Bu arada firmayı arayarak  durumu izah ettim. Bir hafta kadar sonra İstanbuldaki fabrikadan bir teknik eleman geldi. Eğrilmiş liverileri inceledi, o da hayret etti. Liverilerin kullanıldıkları yerde inceleme yapmak istedi. Yeri de inceledik, ama kesin bir sonuç çıkmadı. Palabıyık sonsuza kadar bu liverilerin değişmesini isteyebilirdi ama firmanın asıl çekindiği,  ürünlerin kötü nam almasıydı. Türkiyenin tamamında ve dünyanın birçok ülkesinde kalite açısından zirvede iken Kuzey Kıbrısta böyle bir durumun ortaya çıkması hiç de olumlu puan getirmezdi. Sonuçta Palabıyığın sürekli olarak yeni ürün talep etmesi konusunda bir strateji geliştirdik. Görüşmenin sonunda firma yetkilisi Palabıyığa: “Sen bizden 6 tane liveri aldın, üçünü  değiştirdik. Son verdiklerimizin durumunun ne olacağını bilemiyoruz. Ama biz sana peşinen 3 tane daha liveri vereceğiz. Onları biraz daha idareli kullanın, çünkü fabrika yenilerini göndermeyecek” dedi. Palabıyık itiraz etmedi, 3 tane daha yeni  liveriyi aldı, ondan sonra hiç şikayet etmedi.
 

30 YIL SONRA İŞİN SIRRINI ÖĞRENDİK

Bu olay kapandı ama,  olayın neden bu safhaya geldiği kafamın bir köşesine kazınmıştı.  Dünyanın en kaliteli kaya matkapları, neden bizim dağlarımızda dökülüyordu. Beşparmak dağları çok sert kayalardan mı oluşmuştu. Bu husus, kafamın bir noktasında çakılı kalmıştı. Bundan beş-altı ay kadar önce, bu sır çözüldü. 30 yıl sonra bu sırrın nasıl çözüldüğünü hep birlikte öğrenmek dileğiyle tüm okurlara iyi bir hafta diliyorum.