Değerli Vatan okurları,  hepinize   iyi bir hafta dileyerek 35. Hafta kaldığımız yerden yazımıza devam ediyoruz.

VAMPİR TURİZMİ

Cluj kentindeki  buluşma gerçekleştiği taktirde Bükreşten Cluj’un bulunduğu Transilvanya bölgesine gidip bir gün kaldıktan sonra oradan Budapeşte’ye  devam edecektik. Bu nedenle o bölge için internette yaptığım araştırma sonucu çok ilginç bilgilere ulaşmıştım.
A) 12. Yüzyılda bölgeyi Tatarlardan ve Türklerden korumak için Alman tüccarlar bölgeye gelmeuye başlamışlar. Birkaç yüzyıl içinde yedi tane  kale kent (Siebenbürgen)  ve yüzlerce güçlendirilmiş kilise yapmışlar. Bunların tamamı günümüzde UNESCO tarafından kültürel miras listesine dahil edilmiştir.

B)  Transilvanya kan emici yarasalarla uluyan kurtların bulunduğu esrarengiz bir memleket olarak bilinir. Bu bilgi bir kurgu olarak kabul edilse bile, bölgedeki şatolar için aynı şey söylenemez. Şatolar bütün gerçekliğiyle karşımızda durmaktadır. Ayrıca, Voyvoda lakaplı asilzade Vlad Dracula da gerçekte var olan bir kişidir. 15. Yüzyılda 80 000 düşmanını kazıklara geçirdiği söylenmektedir. 1897 yılında yazar Bram Stoker de vampirlerle ilgili Drakula romanını bunlara dayandırarak yazmıştır. Bunlar sayesinde Romanyada bir “Vampir Turizmi” gelişmiştir. Tabii bizim vampire turizmi yapacak durumumuz olmadığından, Bükreşten trenle direct olarak  Macaristanın başkenti Budapeşteye gidecektik.

ELVEDA BÜKREŞ, VER ELİNİ BUDAPEŞTE

1 Eylül 2019 Cumartesi gün sabahleyin otelin yanındaki  Ünivesite Meydanında biraz daha dolaştık. Manzara gerçekten görkemliydi. Meydanda bir çok heykel vardı. Bunlardan biri  3 Ağustos 1600 tarihinde Osmanlılarla yapılan ve osmanlıların yenildiği savaşta yararlık gösterenlere aittir. Heykelin üzerinde Banul Mihalcea, Preda ve Stroe Bazescu kardeşler ve daha birçok kişinin isimleri yazılıdır. Yolun diğer tarafında, Holiday Inn Hotelle birlikte görüntülediğimiz bir sanat şaheseri bulunmaktadır. Meydanın diğer tarafında, üniversite binasının arkasında, Mimarlık üniversitesine giden yol Akademi Sokağıdır. Buranın görünüşü de şahanedir. Burada gördüğümüz ve resimlediğimiz tüm güzellikleri  sayfaya koymaya kalksak, sayfamız bir fotoromana dönüşecektir. Burada ve Uniri Meydanında  biraz dolaşıp vakit geçirdikten sonra metroya binip tren garına gittik. Romanyada, daha önce de belirttiğim gibi çevre temizliğine pek önem verilmiyor ama yine de KKTC den daha iyi durumdadır. Örneğin şehir işlerinde inşaat veya yıkım yapılırken, molozlar kamyona doldurulacağı zaman kalın çadır bezi gibi kumaşlarla kamyon ve duvarların arası iyice örtülüyor. Molozlar ondan sonra kamyona yükleniyor. Bu şekilde civardaki insanlar toza maruz kalmıyor.
Tren garında meşhur fastfood lokantaları, döviz büroları, ve çeşit çeşit dükkanlar bulunuyor. En fazla dikkatimizi çeken ismi Romence olan ama Türklerin işlettiği ve Türk tatlılarının servis edildiği bir pastaneyle Kuru Kahveci Mehmet Efendi reklamları oldu. Burada da tuvaletlere girebilmek için kasa fişinin üzerindeki şifrelerin  kullanılması gerekmektedir.

Tren, Sofya –Bükreş treni gibi. Yemek ve su yok. Farkı, koltukların kuşetli olması. Gece yolculuğu yapılacağı için koltuklar çekyat gibi yatağa dönüşüyor. Kompartımanda bulunan 2 minder, 2 tane 3 katlı ranzaya dönüşüyor ve  6 kişilik 2 koltuk, 6 kişinin uyuyabileceği  2 ranza haline geliyor.
 
 yi

Yolculuk boyunca Bulgarstanda olduğu gibi uçsuz bucaksız  mısır ve ayçiçeği tarlaları gördük. Dikkat çeken husus, kuzeye gittikçe binaların mimarisinin de değiştiği, binaların çatılarında eğimin arttığı görülmektedir. Hareket ettikten birkaç saat sonra ortalık karardı.  Her istasyonda inenler ve binenler oldu. Bu güzergahta tren tıka basa doluydu. Durağın birinde 80lik bir adam ve 70 inde gösteren eşi bizim kompartımana geldiler. Kadın şeytanın ta kendisi. Trenle çok sık yolculuk yapan bir çift olmaları gerekirdi. Biz bilet alırken koltuk numarasına hiç dikkat etmemiştik. Kadın anasının gözü, numaralara baktığı anda üç katlı ranzanın hangi katında yatacağını biliyor. Bu nedenle bilet alırken dikkat etmiş. Ranzalardan birinin alt katını kendine, diğerini kocasına almış. Bize en üst katı işaret ediyordu. Ben anlamazlığa geldim, gitti trendeki görevliyi getirdi. Görevli biletimizi sordu, gösterince bize en üst kata tırmanmamız ve geceyi orada geçirmemiz gerektiğini söyledi. Ben o sırada uykum olmadığını, daha sonra çıkacağımı söyledim ama nafile. Görevli, saat 22.00 den sonra herkesin yatağını kullanması ve ışıkların söndürülmesi gerektiğini söyledi. Mecburen tavuklar gibi saat 10.00 olmadan kendi yatağımıza çekildik, kadın kocasını yatırdıktan sonra ışıkları söndürdü, yatağına uzandı.
Haftaya: Budapeştede bizi cambazlar karşıladı

 

30 YIL SONRA ORTAYA ÇIKAN SIR

Tanınmış bir iş adamımız. Neredeyse 35 yıldır işinde başarılı olan bir tanıdık. Muhtemelen 1980 senesinde İTÜ’den  Jeoloji Mühendisi olarak mezun olmuş ve babasının başlattığı işe katkı koymak üzere onunla çalışmaya başlamıştı. Babası, Beşparmak dağlarının çeşitli bölgelerinden mozaik taşı dediğimiz ama jeolojideki tanımıyla rekristalize kireç taşlarını   çıkarıp piyasanın telebettiği ölçülere gelecek şekilde kırarak  mozaik atölyelerinin ihtiyaçlarını karşılıyordu. Onunla ilgili iki anımı son iki haftada bu sayfalarda anlatmıştım. Adı, kendi uydurduğum lakabıyla, Palabıyık.
İşte şimdi çok tanınmış olan bu mühendisimiz, genç bir mühendis olarak babasının işine sarılmıştı. Amacı ona yardımcı olarak işleri genişletmek, kalıcı bir organizasyon haline getirmekti. O jeoloji mühendisi, ben maden mühendisi. Birbirine çok yakın meslekler. Zaten aynı odanın üyeleriyiz. Bundan 5-6 ay  önce kendisiyle karşılaştığımızda o günleri andık ve meslekteki ilk anılarından birini bana şu şekilde anlattı:
‘Yeni mezun olmuştum. Babam dağlardan malzeme çıkararak kırıp mozaik atölyelerine satıyordu. Mesleğime yakın bir faaliyet olduğundan  bu faaliyet bana cazip gelmişti. Yapılan iş çok zordu. Aile kuruluşu olarak çalışıyorduk. Aile bireylerimizin hepsi bu işte çalışıyordu. Babam işleri yürütmek için çok büyük gayret sarfediyordu ama ben mühendis olduğumdan yönetimde, kararlarda söz sahibi olmak istiyordum. Babam bize nerelere delik delmemiz gerektiğini söylüyor, biz buralarda delik deliyorduk. Babam bu deliklere dinamit koyarak patlatırdı. Teknolojik ekipmanlarımız yoktu. Herşeyi insangücü ile, ellerimizle yapıyorduk. Bu nedenle verim çok düşüktü.  Ben, bazı değişiklikler deneyerek verimi arttırmayı  kafama koymuştum.
Bir gün babam yine bana delik delinecek yerleri gösterdi, kendisi kamyona malzeme yükleyerek taşları kırıp öğüttüğümüz kırıcı tesisine götürmek üzere yola çıktı. Ben yalnız kalınca fırsat bu fırsat diyerek ilk değişikliği uygulamaya koydum. Babamın gösterdiği yeri beğenmedim, biraz ilerideki kayalar bana delinmeye daha müsait görünmüştü. Liveriyi makinaya taktığım gibi, kendi beğendiğim kayanın üzerine dayayıp delmeye başladım. Liveri, daha öncekilere göre sanki kayaya daha kolay nüfuz ediyordu. Bu durum benim moralimi  yükseltmişti. Başarının tam eşiğindeydim. Yarım ayak kadar delmiştim ki, liverinin  aniden  iki büklüm olduğunu görünce moralim sıfıra indi. Liveri kayanın içinde saplı olduğu halde, kayanın üzerine oturdum, düşünmeye başladım. Babamın olumsuz tepki vereceği kesindi ama ne kadar kızacağını kestiremiyordum.
Biraz sonra babam geldi, liverinin durumunu gördü, bağırıp çağırmaya, söylenmeye başladı. Siniri biraz geçtikten sonra sert bir sesle sordu: “Benim söylediğim yere neden delmedin? Neden buraya delmeye kalktın?” Ben buranın daha kolay delinebileceğini tahmin ettiğimi, deneyince de daha kolay delinebildiğini gördüğümü söyledim. Babam fazla üstelemedi, başka bir liveri verdi ve kendi söylediğim yere delmemi söyledi. Kendisi, eğrilmiş olan liveriyi alıp gitti.
Ben bu sefer başka bir yerde delmeye cesaret edemedim. Babamın gösterdiği yerlerde yavaş yavaş delikleri deldim. Babam ertesi gün yeni bir liveriyle geldi.
Birkaç gün sonra, başarısızlığın olumsuz etkisi geçince, şeytan beni gene dürttü. Babamın gösterdiği yerleri değil, kendi beğendiğim yerleri delmeye başladım. Birkaç delikte yavaş yavaş çalıştım, işler yolunda gitti. Elim alıştı ya, hızımı arttırayım dedim.  Maalsef sonuç gene hüsran oldu. Liveri gene eğilmişti.  Ben bu sefer pes etmedim. Sağlam bir liveri alarak yavaş yavaş çalıştım. Ama  bir süre sonra hızlanmaya başlayınca o liverinin de akıbeti değişmedi. İki liveriyi daha saf dışı edince dayanamadım. Babamın kızmasını beklemeden, liverileri fırlattığım gibi kaçtım. Bir daha da taş ocağına gitmedim. Başka bir dalda faalyet göstermeye çalıştım ve bugünlere geldik.”
O anda kafamda bir şimşek çaktı. Arkadaşımın sözünü ettiği eğrilmiş liveriler, benim 30 yıl önce Palabıyığa değiştirdiğim liverilerdi. Arkadaşımız acemi bir işçiyken, daha çabuk iş yapmak için liverileri bastıra bastıra eğilmelerine sebep olmuştu. Biz tabii bu kullanım hatasını ispat edemediğimizden ve liveri markalarının kalitesiz olduğu imajı yaratılmasın diye liverileri değiştirmiştik. Palabıyık, maharetini göstermiş, liverileri yenilemişti. Arkadaşımız da işi bıraktığından liveriler bir daha eğrilmemişti.

GEÇMİŞTEN BİR YAPRAK: PATATES HASADI

Bundan yaklaşık 60 yıl önceydi. Haziran ayının sonlarıydı. İlkokul  4 sınıf bitmiş , yaz tatiline giriyorduk. Köyün varlıklı ailesi Halil İbrahim efendinin oğulları, Laptadaki tarlalarına patates, güver v.s. ekerlerdi. O sene, köylü kızları ve kadınları patates toplamak için işe almışlardı. Ablam Ayşe de mahalledeki diğer kızlarla birlikte patates toplamaya gidecekti. Ben de köyün içinde avara dolaşmaktansa onlarla gidip biraz çalışmak istedim. Amaç para kazanmak değildi. Zaten o dönemde patates sökme işinde çalışanlara para ödenmez, çıkan mahsülden belli bir miktar patates verilirdi. Okul kapandıktan birkaç gün sonra hep birlikte erkenden  yola çıktık. Patates tarlası 5-6 yüz metre ilerdeydi.  Tarlaya vardığımızda patateslerin dalları biçilmiş, yığın yığın tarlanın içerisinde duruyordu. Mustafa dayı öküzleri  sabana koşmaya çalışıyordu. Kardeşi Ahmet de tarladaydı. Gelen kadınlara patatesler sökülmeye başlayıncaya kadar beklemelerini söyledi. Beni görünce “Sen de mi işe geldin?” diye sordu. Ben evet deyince, tamam o zaman, hade bu kesilmiş patates dallarını topla, tarlanın dışına taşı. Onlar kalkmazsa sabanı çalıştıramayız” dedi. Ben işe alınmanın sevinciyle dallara sarıldım. Kucaklayıp kucaklayıp tarlanın dışına taşıyordum. Önce tarlanın kenarından bir metre içeriye kadar olanları topladım. Bu şekilde  Mustafa dayı öküzleri sabana koştuğunda, sabanın çalışacağı yer hazır olmuştu. Hemen sürmeye başladı. Sabanın geçtiği yerde, toprakta gömülü olan patatesler çıkıyor, toprakla karışık vaziyette toplanabilecek duruma geliyordu. Birilerinin bu patatesleri topraktan eliyle çıkarıp alması gerekiyordu. İşte kızlardan, kadınlardan oluşan 7-8 kişilik bir grup bunu yapmak için gelmişti.
Patates sökme işi bütün gün sürdü. Ertesi gün de, daha ertesi gün de devam etti.  Bütün tarla işlenmiş, başka bir tarladaki patatesler de hasat edilmişti. Bütün patatesler toplandığı zaman patatesler çuvallara dolduruldu. Herkesin ne kadar patates alacağı hesaplandı. Bir römork getirildi. Çuvalları römorka yükledik. Römork tepeleme dolmuştu. Sonra bütün çalışanlar torbaların üzerine yerleştik.  Aklımda kaldığı kadar komşularımızdan Mehmet Aşkarın kızları Şifa ve Feriha, Rüstem dayının eşi Şerife abla ve kızı Cemile ve belki birkaç kişi daha vardı. Ahmet dayı öküzleri almış çekerek evlerine götürürken Mustafa dayı da römorku traktöre bağlamış, traktörü  çalıştırmış, köye doğru yol almıştı.
Ne kadar düz olsa da tarla yeni sürüldüğü için ve tarlaların kenarındaki küçük oftolarla dereciklerin  üzerinden geçerken römork sallanıyor, biz çuvalların üzerinde otururken neredeyse dans ediyorduk.  Mustafa dayı bir kaza olmasın diye traktörü çok yavaş kullanıyordu ama hareket ettikten biraz  sonra derince bir hendeği geçmek zorunda kalınca olanlar oldu. Birkaç defa seken römork , müthiş bir salınıma girdi, patates dolu çuvallar altımızdan kaymaya başladı. Herkes tutunacak bir yer aramaya çalıştı . Ben römorkun en arkasında ve korkulukların yanında oturmuştum. Dirseğimi   korkulukların arasına geçirip düşmekten kendimi son anda kurtardım ama içimizden bazıları   römorkun orta yerinde olduğundan bu şansa sahip olamadılar. Birkaç torba patates çuvalıyla birlikte hendeğin içine uçtular. Arkalarından birkaç çuval patates de üzerlerine yuvarlanmıştı. O gün aklımda kaldığına göre düşenlerin iki kişisi Ferha ve Şifa ablaydı. Onlar da bu olayı hatırlar mı bilmiyorum Çok  yorucu bir patates hasat dönemi, böylece zorlu bir macerayla tamamlanmıştı. Elimize hiç para geçmedi ama ablam Ayşe ile benim payıma düşen patatesler, evimizin bir yıllık ihtiyacını karşılamştı.