Değerli Vatan okurları,  hepinize   iyi bir hafta dileyerek 37. Hafta kaldığımız yerden yazımıza devam ediyoruz.

İKİ ŞEHİR BİRARADA : BUDİN  VE PEŞTE- BUDAPEŞTE

Budapeşte çok eski bir tarihe sahiptir.  Tuna nehrinin iki tarafına yayılmış bir kenttir. Tunanın bir yakasındaki kente Buda, diğer yakasındaki kente Peşte adı verilmiştir. Süreç içerisinde ikisi tek bir şehir olarak kabul edilmiş ve adına Budapeşte denmiştir. Budapeşte tarih boyunca birçok kez işgal edilmiştir. Milattan önce II. Yüzyılda Romalılar daha sonra Barbar Kavimler Göçü sırasında Gotlar, Avarlar ve Hunlar, daha sonra Moğollar tarafından işgal edilmiş ve yakılmıştır.  Daha sonra tekrar inşa edilen Budapeşte, 1526 yılında Mohaç Savaşından sonra Kanuni tarafından Osmanlı İmparatorluğuna bağlanmıştır. Birkaç kez Avusturya ve Osmanlılar arasında el değiştiren kent, 1686 yılında Osmanlıların elinden çıkmıştır. Birinci Dünya savaşına kadar Avusturya – Macaristan imparatorluğuna bağlı olan Budapeşte, savaş sonunda bu imparatorluğun dağılmasıyla bağımsız bir devlet olan Macaristanın başkenti olmuştur. İkinci dünya savaşından sonra Macaristan,  Sovyetler bloğuna bağlı olan Demirperde ülkelerinden biri olmuş, ondan sonra yeniden bağımsızlığına kavuşmuştur. Tüm bu değişikliklere rağmen Budapeşte hep Macaristanın başkenti olmuştur.

Bulunduğumuz yer birçok tarihi ve önemli eserlerin yer aldıği.bir bölgeydi. Metro, tramvay ve otobüs duraklarının birleştiği bir noktadaydı. Bizim Budapeşteye geldiğimiz gün otogara giden metro güzergahında bir arıza çıkmıştı. Bu durumda metro yolcularını mağdur etmemek için, elinde metro bileti bulunan yolcuları otobüslerle gidecekleri noktaya ek ücret talep etmeden taşıyorlardı.  

Otogardan dönüşte, durağın arka tarafında Budapeşte Lunaparkı ile Planetaryumun kubbesi görünüyordu.  Otelin birkaçyüz metre ilerisinde Macaristanın ve Budapeştenin en büyük sinagogu ile katedrali yan yana boy gösteriyordu.  Otele döndüğümüz zaman güneş batmış, ortalık kararmıştı. Epey uzun bir yürüyüş olmuştu. Bu  nedenle akşam yemeğini otelin arka tarafındaki  Bob Restauranta yedikten sonra civarda biraz dolaşarak otele erken dönmeye karar verdik.  Macaristana özgü bir yemek istiyorduk Menüde en fazla ilgimizi çeken, gulaş çorbası olmuştu. Et ve çeşitli sebzeler bir arada  yapılan çok lezzetli ve besleyici bir çorbadır. Tavukla yapanlar da vardrr.

Yemekten sonra civarda biraz dolaştık. Caddeler de, ara sokaklar da barlar, restorantlar, meyhaneler, müzikli eğlence yerleriyle doluydu. Tarihi binalar yanında çok sayıda heykel ve sanat eserleri de bulunuyordu . Macaristanda da, Romanya ve Bulgaristanda olduğu gibi Euro kullanılmıyor. Macar para birimi Forint olup  bir euro 330 Forinte eşdeğerdir. Bazı döviz bürolarında 1 euro karşılığında 250 forint bile verilmektedir.  Bu nedenle  havaalanı, ,merkezi tren garı ve otogar  gibi yerlerde döviz alış verişi yapmamakta yarar vardır.

O gece biraz erken yattık ve bütün gece uyuduk. Ertesi gün saat 10.00 daki randevumuzu kaçırmak istemiyorduk.  Sabah kalktığımız zaman bizi bir sürpriz bekliyordu. Hava yağmurluydu. Otelin penceresinden sokağa baktığımız zaman yolların, karşıdaki sinagog ve katedralin, diğer tarihi binaların ve evlerin damları, yağan yağmurla ıslanmış güneşin vurmasıyla da ayna gibi parlamaya başlamıştı. Yağmur yağmasına rağmen  hava sıcak olduğundan, ıslak damlardan ve asfalttan kalkan su buharları, görüntüyü daha enteresan bir hale geitiriyordu. Hazırlanıp kahvaltıyı yaptık, yolda gördüğümüz üniformalı bir kişiye belediyenin adresini gösterip nerede olduğunu sorduk. Yolun karşı tarafındaki binayı gösterince sevinçten neredeyse  boynuna sarılacaktık. Çünkü yağmur, gelip gelip gidiyordu ve biz Kıbrıstan şemsiye getirmeyi unutmuştuk. Bir sene önce Singapura da şemsiye götürmemiş ve oradan almak zorunda kalmıştık. Bir şemsiye de Macaristandan almak istemiyorduk.

Toplantımız tahminimden de iyi geçti. Ben “Kuzey Kıbrısı tanımazlar, bizi ciddiye almayacaklar” diye düşünürken hem İş Sağlığı ve Güvenliği hem de Belediye ve çevresel konularda bizimle  her türlü işbirliği yapmaya hazır olduklarını ifade ettiler. Onlara da Kıbrıstan götürdüğüm magnetlerden verdim. Bulgaristanda olduğu gibi burada da eşeklerimiz oldukça ilginç bulundu. Toplantımız bir saat kadar  sürdü. Toplantıdan sonra 4 saat kadar vaktimiz vardı. Fazla uzağa gitmeden civarda biraz dolaştık. Çünkü her an yağmurun gelmesi ihtimali vardı.

Saat 12 civarında zaten otelden çıkış yapmamız gerekiyordu. Biraz dolaştıktan sonra gidip eşyalarımızı aldık, Otogara gittik. Eşyaları verip bir süre de o tarafta dolaşmak istiyorduk ama eşyaları ancak otobüs geldiği zaman verebileceğimizi söylediler. Otobüs de, hareket saatinden ancak bir saat önce gelecekti. Çaresiz eşyalarla birlikte otogarda dolaşmaya başladık. Otogar iki kattı ve  katlar arasında hem yürüyen merdiven, hemde asansörler çalışıyordu. Büfelerde sandüviç, tatlı, çörek, meşrubatlar vardı. Bu ürünleri ayrıca  otomatik makinalara para atarak da almak mümkündü. Üstelik makinalardaki ürünler büfedekilerin yarı fiyatınaydı. Hal böyle olunca, yanımızda kalan son Macar paraları  yiyecek ve içecekler için rahatlıkla yetecekti. Ancak makinaların çalışma prensibi çok karışıktı. İçinden çıkamadık. Sorduğumuz şahıslar da İngilizce bilmediğinden bir türlü makinalardan içecek su alamıyorduk. Sonunda makinaların temizliğini yapmaya çalışan bir temizlikçi kadın gördük. Gidip kendisine 2 şişe su almaya yetecek kadar Macar parası verip suyu işaret ettim. Kadın parayı aldı, makinayı çalıştırdı, sular makinadan dışarı, ürün çıkış kasasının içine düştü. Suları almak için elimi uzatınca bir de ne göreyim. Kasanın içerisinde 2 tane koskoca Mars  çikolatası duruyordu. Demek ki bizden önce birisi gelip parayı atmış, makinayı kullanmasını bilmediğnden bırakıp kaçmış, ama bilmeyerek mars düğmesine basarak çikolataların kasaya düşmesine sebep olmuştu. Kendisi durumdan habersiz oradan uzaklaşmış, çikolatalar kasada kalmıştı.Sularla birlikte  çikolataları da aldım, bir tanesini bize yardım eden temizlikçi kadına verdim, memnun bir şekilde çikolatayı aldı, gülümseyerek bişeyler söyleyip işine döndü. Herhalde teşekkür etmişti.

30 SOĞUK GÜN: SONU BELİRSİZ BİR YOLCULUĞUN BAŞLANGICI

Kıbrısta toplumlararası çatışmaların başlangıcı olarak  herkes 21 Aralık 1963 olaylarını göstermektedir ama, o Kanlı Noel diye adlandırılan olaydan 2 hafta kadar önce  olayların başlayacağı belli olmuştu. Baf kapısındaki Markos Dragos heykeli 4 Aralık 1963 tarihinde kurşunlanmıştı. Rumlarla Türkler bombalama işini birbirlerinin üzerine atıyordu. Yapan kim isterse olsun, ortalık iyice gerilmişti. Lefkoşada okullar tatil edilmişti. Saat 9 civarında idi ve otobüsümüz akşam saat 17.00 de hareket edecekti.  Akşama kadar boşu boşuna Lefkoşada vakit geçirmek istemedim.  Bugün KKTC Cumhuriyet Meclisi olan o zamanki Rum sigara fabrikasının yanında Laptaya giden Rum otobüslerini beklemeye başladım. O zaman Rum otobüsleri Baf Kapısı tarafından gelir, Lidra Palas ışıklarını – TC Büyükelçiliği bu ışıkların tam güneybatı köşesindeki sarıtaştan yapılmış binadaydı-  geçip bugünkü Bedrettin Demirel Caddesi üzerinden Ortaköy- ve Gönyeli yoluyla Boğaza ve Girneye, oradan da Laptaya giderdi. 2 tane Rum otobüs şirketi, saatte bir  otobüs kaldırdıklarından  fazla beklemezdik. Nitekim yarım saat beklemeden otobüs geldi. Otobüse atladım, Laptaya doğru yola çıktık.

Şimd düşünüyorum da bu davranış asıl ahmak cesaretiydi. Durum çok gergindi. Ortalıkta EOKA - TMT çatışması vardı. Yolda beni bir kenara çekip boğsalar, kimsenin ruhu duymazdı.  Ama o zaman çelimsiz bir çocuk olduğumdan benimle kimse ilgilenmedi. Zaten arabada sadece birkaç kişi vardı. Onlar da benim Türk olduğumdan habersizdi . Sadece şoför beni tanımış olabilirdi. Çünkü sıklılla Rum otobüslerini kullanıyorduk. Neticede bir olumsuzluk  yaşamadan köye geldim. Eve gidince evdekiler şaşırdı. Ben durumu izah ettim ve Lefkoşada boş oturmaktansa eve gelip çalışmayı tercih ettiğimi söyledim. Babam, bir daha böyle bişey olursa,  Rum vasıtalarıyla gelmememi, Türk otobüsünü beklememi söyledi.

Laptasdaki Türk şoför Hüseyin dayı sabah saat 07.00 de köyden ayrılırdı. Lefkoşaya gelinceye kadar saat dokuzu bulurdu. Okula yetişmemize imkan yoktu. Bu nedenle Vasilyadaki (Karşıyaka)  Türk otobüsleriyle gider gelirdik. Arabalar Vasilya köylülerinindi ama şoförler Laptalıydı. Bizim otobüsü şoför Mustafa dayı kullanıyordu. Mustafa dayı, sanırım Laptada otobüsü olan  ilk Türktü. O zamanın otobüsleri tabii  şimdiki otobüslerden çok farklıydılar.

Vasilya Türk otobüsleri  sabah saat   5 civarında  yola çıkar  Laptadaki yolcularını da alıp saat yedibuçuk civarında Lefkoşaya varırdı. Bizim dersler de sekizde başladığından tam bize göre bir vasıtaydı. 21 Aralık günü otobüse bindiğimizde bir fevkaladelik olduğunu sezmiştim.   Girneyi geçtikten sonra şoför Mustafa dayı, arabayı eğilerek kullanmaya başlamıştı. Konuşmalardan silahlı çatışma çıktığını ve EOKAcıların bize ateş açmalarından kortuğunu sezmiştim.

Bir sorun çıkmadan Lefkoşaya varmıştık. Okula gidince öğrencilerle öğretmenlerin bir kısmının gelmediğini gördük. Herkes  gece olan olayları konuşuyor, savaş çıkacağı söyleniyordu. Öğrenciler toparlanıp  dışarıya çıkmak istiyordu. Dün gibi hatırlarım, matematik öğretmenimiz Remziye Yeşilada ortaokul öğrencisine göre çok iriyarı bir öğrenciye “Otur oturduğun yerde, dışarıya çıkıp ne yapacaksın?” diye sormuş, o da “dövüşeceğiz” diye cevap vermişti. Aradan birkaç saat geçince  bizi bıraktılar. Herkes koşa koşa evine gitmeye başladı. Ben de Kuruçeşme sokağındaki teyzemin evine gidip ablamı beklemeye başladım. Ablam gelince kendisine, “ben Şehitler Abidesinin yanına gideceğim. Oradan  Rum ederiyalara (Şirket) binip köye gideceğim” dedim. O bana engel olmak istedi ama ben dinlemedim. Birkaç hafta önce olduğu gibi, orada Rum arablarının geleceğinden emin gibiydim. Ama bu sefer öyle olmadı. Iki saat beklediğim halde hiçbir Rum arabası geçmedi. Demek ki onlar da bu güzergahın artık güvenli olmadığını düşünmüşler, başka yolları kullanarak Laptaya gitmeye başlamışlardı.

Teyzemin evine döndüm. Akşaüstü her zamanki saatte Vasilya otobüslerine binip Laptaya gitmek üzere ablamla birlikte Girne Kapısına gittik. Ama Heyhaaat….Ne Vasilya otobüsü kalmıştı, ne Lapta otobüsü. Sonradan öğrendiğimize göre, tüm köy otobüsleri, öğle vakti köylerine dönmüşlerdi. Tekrar teyzemin evine döndük.  Laptaya gitmek çok zor olacaktı. Bundan sonrasını haftaya paylaşmak dileğiyle.

Tüm okurlara iyi bir hafta dilerim