Değerli Vatan okurları,  hepinize   iyi bir hafta dileyerek 39. Hafta kaldığımız yerden yazımıza devam ediyoruz.

II. VİYANA SEYAHATİ- binalarda güvenlik eksikliği

Kadının tarifi üzerine gittik, ancak ikinci pastaneye varmadan önce doğru yolda olup olmadığımızı teyit etmek için bir kişiye daha sorunca durum karıştı. Fazladan biraz dolaşmak zorunda kaldık.  Ama alaca karanlık basmadan otelin kapısına varmıştık. Aslında burası otel değil, pansiyon türü bir yerdi ve resepsiyonu bulunmayan bir konaklama yeriydi. Bir avluya bakan 5-6 tane 3-4 katlı turizm tesisi toplu olarak misafirlerine hizmet veriyordu. Resepsiyonu olmadığı için içeriye  şifrelerle giriliyordu. Böyle  uygulama yapan bir tesiste ilk defa kalacağımız için içeriye girmemiz bayağı maceralı olmuştu. Bir detektif gibi sırları açığa çıkararak, bulmacalara çözüm bularak,  3 tane kapıdan geçmek gerekiyordu.

Sokak kapısını açmak için gerekli olan şifreyi bize internetten göndermişlerdi. Kapının üzerindeki  tuşlara şifreyi basınca kapı açıldı. Büyük bir avluya girdik. 5-6 tane bina aynı avluya açılıyordu. Hangi bloğu kullancacağımız belliydi. Bu kapıda şifre yoktu. Kapıyı itip içeri girdik. Asansöre binip çıkacağımız katın numarasını yazdık. Asansörden çıkınca birkaç tane koridor vardı. Her koridorlar farklı bloklara gidiyordu ve bloklara girmek için kapılarda şifreyi yazmak gerekiyordu. . Kalacağımız blok belliydi, Sokak kapıyı açmak için kullandığımız şifre burada da geçerliydi.  Şifreyi yazıp içeri girince, karşımıza küçük bir kasa çıktı. 30 santim büyüklüğünde bir kasa. Üzerinde numaralar vardı. Bize verdikleri ikinci şifreyi burada kullanıp kasayı açmamız gerekiyordu. Şifreyi hiçbir yere yazmamıştım. Çünkü oğlumun doğum  tarihiydi. Şifreyi  girdiğim anda kasanın kapısı aniden sonuna kadar açıldı. Belli ki şifre girildiği anda içerideki bir yay mekanizması harekete geçiyordu. Kasanın içinde bir zarf vardı. Zarfı aldık, içinden bir mektup, bir de anahtar çıktı. Mektupta binanın içini ve odamızı gösteren bir kroki, tesisten nasıl yararlanabileceğimiz, şikayetimiz olursa kime ve nasıl bildireceğimiz, binadaki wi-fi için internet şifresi ve daha başka bilgiler vardı.. Köşeyi döndük,  içeride de 3 ayrı koridor vardı. Bizim kullanacağımız bloka girmek için kapıda bir zil vardı. Bu zile basıldığı zaman kapı açılıyordu. İçeriye girdikten sonra büyük bir sofaya giriliyordu ve sofaya açılan çeşitli odalar vardı. Kasadan aldığımız anhtarı kullanarak odaya girdik. Bavullarımızı  bir kenara koyup pencereden dışarıya  baktık. Artık gece olmuştu ve sokak lambaları yanmış, gece karanlığında her taraf ışıl ışıl parlıyordu . Odamızdan dışarıya bakınca ilk gördüğümüz şey, turist gezdiren bir fayton olmuştu.

Biraz dinlendikten sonra   akşam yemeği için dışarıya çıkmaya karar verdik. Bu arada  düşünme imkanım olmuş, aklımı bişey kurcalamaya başlamıştı.  Meslek icabı, kalacağımız mekanı iş güvenliği yönünden incelemeye alınca fark etmiştim.  Iş güvenliği sıfırdı. Binanın sokak kapısı, Lefkoşadaki en büyük itfaiye aracının girmesine olanak sağlayacak kadar büyüktü. Bununla beraber, içeriye ancak şifreyle girilebilirdi ki, itfaiyecilerin şifreyi bilmesine olanak yoktu. Bundan başka içerideki kapıların da hepsi şifreliydi. Şifreyi bilmeyen birisinin içeriye girmesi olanksızdı ve içeride de görevli insan yoktu. Özellikle gece saatinde herkes uyurken bir yangın çıkması durumunda içeridekilerin kurtulma şansı yok gibiydi. 

Dışarıya çıkınca bu düşünce kafamdan uzaklaştı. Ama hala daha, aklıma geldikçe böyle bir hatanın nasıl yapılacağı konusunda rahatsızlık duyuyorum.  Muhtemelen hala daha durum aynıdır. Bir yazı gönderip bu durumu düzeltmelerini istemeyi bile düşünüyorum. Şifre, içeriye yabancıların girmesini önleyebilir ama, acil durum görevlilerinin girişi de engellenmiş olmaktadır.

Haftaya,  devam etmek  üzere …

30 SOĞUK GÜN: LAPTADA DURUM DAHA DA KÖTÜYDÜ

O gün İbrahim Dolmacının arabasıyla Laptaya döndük. O kadar tehlikeli duruma rağmen Lapta’dan Lefkoşa’ya gitmeyi İbrahim Dolmacı nasıl göze almıştı. Kendisi, bu olaydan yaklaşık 45 yıl sonra konuyla ilgili olarak bana şunları söylemişti: “Eşim, doğum için Rum kesimindeki Lefkoşa Genel Hastanesine yatmıştı. 1963 olayları çıktı. Eşimi almak için damı ekşi dolu olduğu halde otobüsle   Lefkoşaya doğru yola çıktım.  Gönyeliye kadar gidebildim. Daha ileriye gidemedim. Çünkü Rum kesiminden devamlı ateş açılıyordu. Aradan 12-13 gün geçtikten sonra Dr. Küçük’e  gidip durumu anlattım. Araya Barış Gücünü (İngiliz askerleri) koydular. Eşimi de, oradaki diğer hastaları da Türk kesimine getirdiler.” İşte Kıbrısta en kanlı günlerin yaşandığı dönemde  Kıbrıs Cumhuriyeti Lefkoşa Genel Hastanesine doğum yapmak için girmiş olan İsmet hanım, hastanede dünyaya getirdiği kızı Sultan Dolmacıyla birlikte artık Rum Genel Hastanesi olan hastaneden bu şartlarla çıkıyor ve Laptaya dönüyordu. Bende birkaç hafta Lefkoşadaki şiddetli çarpışmaları yaşayan biri olarak babamla birlikte İbrahim Kuşabbinin arabasında bu yolculuğa eşlik ediyorduk.  Bizimlebirlikte köylülerden birkaç kişi daha vardı. Sonradan öğrendiğimize göre hastanedeki Türklerin bir kısmını  EOKA’cı Rumlar öldürmüştü. Bazılarının cesetleri bile henüz bulunanamıştır.  Artık Lefkoşa-Girne arasında Türkler ve Rumlar tarafından kurulan barikatlar bulunuyordu. Rumların ilk barikatı, bugün Girne Çevre yolu, yani alt-üst geçidin olduğu yerdeydi. Türkler buradan geçerken sıkı bir yoklamaya tabi tutuluyordu. İkinci barikat, o zamanki Milkbarın olduğu yerdeydi. Yani Girnenin batısında, bugün Chinese Restaurant ın bulunduğu noktadaydı. Buradan da yoklanmadan geçmek imkansızdı. 

Laptaya geldikten sonra, Lefkoşadaki Türklere nazaran Laptada hiçbir Türkün yaşamının garanti altında olmadığını çocuk yaşımda ben bile anlamıştım. İkiye bölünmüş olan Lefkoşada sınırdan sınıra mermiler atılır, sokaklarda ellerinde tabanca veya stengan tüfekleri bulunan siviller devriye gezerdi. Laptada ise bunlar dahi yoktu. Arada sınır mevcut değildi. Türkler gündüzleri güya yaşamlarına devam eder gibi görünürler ancak sadece hayvanlarına bakmayı başarabilirlerdi. Geceleri ise, Lefkoşada olduğu gibi 4-5 aile bir evde toplanır, toplu olarak uyumaya  çalışırlardı.  Aklıma EOKA olaylarında nasıl yaşadığımız gelmişti. Yaz geceleri dama çıkar orada uyurduk. Merdiveni de yukarı çekerdik. Bu şekilde düşmanlar yanımıza çıkamazdı. Dama da şişe doldururduk. Bu sayede kendimizi savunacaktık.  Ama bu sefer durum daha ciddiydi ve mevsim kıştı. Damlarda geceleyemezdik. Erkekler kahvehanede toplanır, dışarıya bir gözcü koyarlardı. Geceyarısından sonra onlar da ailelerinin yanına giderdi. O gecelerden aklımda kalan şudur. Zihni dayının kahvesine köydeki erkeklerin birçoğu toplanmıştı. Babam dışarıda gözcülük yapıyordu. Ben de ona eşlik etmek için yanında duruyordum. Babamın bir boy paltosu vardı ve silah olarak kendisine birbuçuk metre kadar  bir topuz vermişlerdi. Bu topuzu boy paltosunun iç tarafında saklıyor, kahvenin dışında gözcülük yapıyordu. Güya Ahrigo veya  yukarı mahalleden Rumlar saldıracak olursa  hemen içeriye girip içerdekileri haberdar edecekti.

Köylüler geceleri bazı evlerde toplu olarak uyuyorlardı. Biz de aşağıdaki mahalledeki evimizde değil, orta bölgede bulunan Hasan dayımın evinde kalıyorduk. Hasan dayımın evi bayağı büyüktü Eski konakları andırıyordu. Kemerli bir yapının alt tarafında hayvanları, üst katta ise kendileri kalıyordu. 7 çocukları vardı ama olaylar başladığında çocuklarının her biri bir tarafa dağılmış, yanlarında 2   çocukları kalmıştı. Bu nedenle bizi de rahatlıkla sığıyordu.  Bu toplu geceleme yöntemi sayesinde  güçlü olmuyorduk ama kendimizi daha güvenli hissediyorduk. “Kalabalıkta ölüm bile tatlıdır” diye boşuna  dememişler. 

ŞEHİDALAR GELİYOR                                                        

Bu kötü zamanda  köylülerin moralini yüksek tutmak çok önemliydi. Kimin tarafından ortaya atıldığı belli olmayan bir senaryo, daha önce (Birinci Dünya savaşı ve EOKA döneminde)  olduğu gibi ortada dolaşmaya başlamıştı. Köylülerden Kamil Burukhan o günleri şöyle anlatmıştır: “Köyde bir söylenti almış başını gidiyordu. Güya birkaç gece önce Rumlar bizi basmak için yürüyüşe geçmişler. Bugünkü sağlık ocağının yanına geldiklerinde kendilerini beyaz atlara binmiş bir süvari grubu karşılamış. Beyaz elbiseli, yeşil sarıklı, kılıçlarını çekmiş bir süvari grubu, Rumların üzerine saldırıp onları darmadağın etmiş. Bu söylenti kimin tarafından çıkarıldı, nasıl uyduruldu, kaç kişi inandı belli değil ama, köy halkının moralini yüksek tutmakta büyük faydası olmuştu”.

Günler böylece geçerken köylüler arayış içindeydi. Bir kısmı köyü terk edip daha güvenli yerlere gidilmesini, bir kısmı ise  Rumlarla konuşulmasını ve bizimle ilgili düşüncelerini öğrenmemizi öneriyordu. Sonunda Rumlarla  temas kuruldu,yerli Rumlar kesinlikle bize saldırmak niyetinde olmadıklarını, ancak başka bölgelerden gelecek olan Rumların bize saldırması halinde onlara da engel olmalarının mümkün olmadığını söylediler.

En sonunda köyün ileri gelenleri, teşkilat yetkilileri bir karara vardılar. Vasilya Türkleriyle birlikte iki köyü  de boşaltacaktık. Boşaltma işlemi 14 Ocakta başladı, 18 Ocak 1964 günü sona erdi. Biz hangi tarihte köyden ayrıldık tam hatırlamıyorum. O gün köye bir sürü kamyon geldi. Öncelikli hedef insanlardı. Sonra hayvanlar ve eşyalar.  Bize gönderilen kamyonu Rüstem dayıyla ortaklaşa kullancaktık. Ayrıca Yukarıki mahalleden Ali dayı da hayvanlarıyla birlikte aynı kamyonda yolculuk yapacaktı. Kamyonun kasasının ön tarafına hayvanları koyduk, arkasına  2-3 karyola, yatak, yorgan, birkaç parça elbise ve tabak-çanak, mutfak eşyaları gibi eşyaları yükledik.  Bir de dikiş makinamız vardı. Necchi marka. Laptalı bir Rumdan taksitle almıştık. Biz eşyaları yüklerken Rum geldi, dikiş makinasının taksitleri bitmediği için bırakmamız gerektiğini söyledi. Babam vermedi. Bunun üzerine Rum, polis çağırdı. Polisler durumu öğrendi, Ruma: “Gecikmiş taksidi yoktur. Eşyasını zorla elinden alamayız. Eğer taksitlerini ödemezse o zaman kendisini dava edersin” dediler. Rum morali bozuk bir şekilde oradan ayrıldı. Çünkü  uzun bir süre çözüm bulunamazsa, parayı alamayacağını biliyordu.

Öğleden sonra saat 15 civarında kamyon aşağıki caminin yanından ayrıldı. Dondurucu bir soğuk vardı ve zaman zaman çilenti şeklinde karla karışık yağmur yağıyordu.  Ben ve Ali dayı kamyonun arkasında hayvanların yanında gidecektik. Herkese sıkı talimat verilmişti. 15 günlük ihtiyacınızı alın, İki haftaya kalmaz Türkiye müdahale edecek ve herkes güvenli bir şekilde köyüne dönecek. Bu iki hafta, 11 yıl sürecekti.

Gelecek hafta: TEMROZ’a (Zeytinlik) doğru