Değerli Vatan okurları,  hepinize   iyi bir hafta dileyerek 40. Hafta kaldığımız yerden yazımıza devam ediyoruz.

II. VİYANA SEYAHATİ- Kahvaltıda bira

4 Eylül 2018 Salı sabah saat 10.00 da gün Viyana Belediyesi katı atık şubesinde toplantımız vardı.  Verdikleri adresi haritada inceleyince fazla uzakta olmadığını gördük. Sabah saat 8 civarında  pansiyondan çıktık. Landstrasse istasyonuna doğru yürümeye başaldık. Yolun üzerindeki bir kahvaltı salonunda oturup kahvaltı yaptık. Yan taraftaki masalarda kahvaltıda bira içen Avusturyalılar vardı. Landstrasse metro istasyonundan metroya binip  birkaç durak sonra indik ve otobüse bindik. Otobüste 65-70 yaşlarında bir adama, belediyeye gitmek için hangi durakta inmemiz gerektiğini sorduk. Adam İngilizce ne sorduğumuzu anladı ama Türkçe cevap verdi: “Türk müsünüz?” Şaşırmıştık. Meğer adam kendi aramızda konuştuklarımızı duymuş, Türk olduğumuzu anlamıştı. Evet deyince  ineceğimiz durağı Türkçe olarak tarif etti. Bu sefer biz ona sorduk “Siz de Türk müsünüz?” Adam “Hayır “ dedi “Ben İstanbuldan gelme Ermeniyim”  Birkaç durak ileride inip  belediyeye kadar yürüdük. Saat henüz 9.30 bile olmamıştı. Civarda biraz dolaşmaya başladık. dıştan görünüşü muhteşemdi. Boydan boya çiçeklerle kaplanmıştı. Biraz ileride, uluslararası tanınmış bir hamburger markasının şubesi bulunuyordu. Oturup bir kahve içtikten sonra  geri belediyeye döndük.  Belediyede bizi tahminimizden daha samimi bir şekilde karşıladılar. Toplantımız bir saatten fazla sürdü. İleride işbirliği yapmak için anlaştık. Onlara da meşhur Kıbrıs Eşeklerinin magnetlerinden verdik ve  Kıbrıs eşeklerinin tanıtımını yaptık. Onlar da bize hediye olarak 5-6 cm büyüklüğünde sembolik  çöp konteyneri hediye ettiler.

 İşçiler de Türk, Müteahhit de Türk

Toplantıdan sonra otobüs durağına giderken    belediye için çalışan taşeron işçilerine rastladık. Yolda çalışmalar vardı.  Onlara otobüs durağına hangi taraftan gitmemiz gerektiğini sorduk. Onlar bize yolu nasıl tarif edeceklerini kararlaştırmak için, kendi aralarında konuşmaya başladılar. O gün, karşımıza hep Türkçe konuşanlar çıkıyordu. “Türk müsünüz? Diye sorduk. Ekip başı olduğu anlaşılan bir genç, “evet” dedi. Kendisi belediyeye iş yapan bir taşerondu ve yanında çalışanlar da Türktü. Onlar da bize nereli olduğumuz sordular. Kıbrıslı olduğumuzu söyleyince yolu bayağı detaylı bir şekilde tariff ettiler.

Toplu ulaşım sistemlerinin tercih edildiği ve bu araçların çeşitliliğinin fazla olduğu birçok Avrupa kentinde, insanların sık sık bilet almak için kuyruğa girmesi ve zaman harcamsı çok önemli bir sorundur. Bu sorunu gidermek için belediyeler çeşitli yöntemler geliştirmişlerdir. Özellikle metrolarda, tren istasyonlarında, otogarlarda bilet satan resmi gişeler ve özel büfelerin yanında nakit para veya kredi kartıyla çalışan makinalar bulunmaktadır. Bunun dışında insanların yaşamlarını kolaylaştirmak için çeşitli bilet seçenekleri de bulunmaktadır. Çok kullanımlı biletler, iki günlük veya haftalık biletler ve yolculuklarda kullanılabilen dijital katlar da hizmete sokulmuştur. Bu kartlar tren, metro, tramvay, otobüs gibi  ulaşım araçlarının hepsinde geçerlidir.  Bu biletlerin kontrolu metrolarda kolaylıkla sağlanabilir. Bileti veya dijital kartı onaylatmadan turnikeden geçemezsiniz.   Turnikeli otobüs ve tramvay hatlarında da bu kontrol yapılabilir.  Otobüs gibi cadde üzerinden yolcu  alan araçlarda bunu sağlamak çok zor olduğundan bu işlem, yolcunun vicdanına bırakılmıştır. Vicdanen rahat olanlar, bileti onaylatmadan seyahat edebilirler ama yakalanırlarsa cezası büyüktür. Biz de sık sık bilet alma eziyetinden kurtulmak için  2 veya 3 günlük   bilet almıştık. İşte Viyana Belediyesinin katı atık şubesindeki randevumuzdan pansiyona dönerken bu bileti kullanıyorduk. Metroya girdiğimizde   bir kişiye gideceğimiz adresi göstererek doğru hatta olup olmadığımızı sorduk. Başıyla onayladı. Kendisine teşekkür edip kendi aramızda Türkçe konuşmaya başladık. Biraz önce yol tarifi istediğimiz adam yanımıza gelip nereli olduğumuzu sordu. Türk olduğumuzu anlayınca Türkçe bize yardımcı olmaya çalıştı. Kendisi otuz senedir Viyanda çalışıyormuş. Kendi işini kurmuş. Metroyla seyahat ederken biletleri onaylatmadan geçemiyeceğimizi ama otobüsle seyahat ederken biletleri deldirmemeye çalışmamızı, bu şekilde ücretsiz seyahat edebileceğimizi söyledi ve hatırlattı: “yalnız yakalanmamaya dikkat edin, cezası büyüktür” Bu anlatış tarzını beğendik ama hiç uygulamadık. Yabancı bir ülkede kaçak seyahat edip ceza ödemeyi kendimize yediremiyorduk. Haftaya devam etmek üzere

30 SOĞUK GÜN:  HAVA O KADAR SOĞUKTU Kİ…..            

 Öğleden sonra saat 15 civarında kamyon aşağıki caminin yanından ayrıldı. Dondurucu bir soğuk vardı ve zaman zaman çilenti şeklinde karla karışık yağmur yağıyordu.  Ben ve Ali dayı kamyonun arkasında hayvanların yanında gidecektik. Herkese sıkı talimat verilmişti. 15 günlük ihtiyacınızı alın, İki haftaya kalmaz Türkiye müdahale edecek ve herkes güvenli bir şekilde köyüne dönecek. Bu iki hafta, 11 yıl sürecekti. Laptalı Rumlar, Türklerin köyden ayrılmasını istemiyordu. Birçok Laptalı Rum, Türklerin köyden ayrılmasının bir taktik olduğuna inanıyordu. Onlara  göre Türkiye denizden köyü bombalayacaktı. Ancak bombardıman sırasında köydeki Türklerin   de zarar görmesi mümkündü. Türkler köyü terkedince,rahatlıkla bombardıman gerçekleşebilirdi. Yani Türkler, onlar için bir emniyet sigortasıydı.

Köyden ayrıldıktan sonra kamyon hızını arttırmıştı. İşte o zaman havanın ne kadar soğuk olduğunu hissetmiştim.  Tüm yaşamım boyunca ancak bir veya iki kez bu kadar soğuk havaya denk gelmiştim Hava o kadar soğuktu ki, aklıma geldikçe  hala daha dişlerim birbirine vurmaktadır. İşte o zaman, abartıda neredeyse dünya şampiyonu olan Evliya Çelebiye hak vermiştim. Evliya çelebi  kendi seyahatnamesinde birçok şeyi abartarak yazmıştır. Soğuk bir kış gecesini tasvir ederken havanın ne kadar soğuk olduğunu anlatmak için şöyle yazmıştı: “Hava o kadar soğuktu ki, bir evin damından diğer evin damına atlamak isteyen bir kedi, havada soğuktan donmuş, kaskatı vaziyette havada asılı kalmıştı”  işte 1964 kışını yaşadıktan sonra Evliya Çelebinin olayı fazla abartmadığına inanmıştım.

Bizde hava o kadar soğuk değildi ama, o kış, bir keçimizin soğuktan hasta olduğunu ve doğurduktan birkaç saat sonra öldüğünü hala daha hatırlarım. Annem, babam ve kardeşim Hasan başka bir vasıtayla Temroza gidecekti. Biz aşağı caminin yanından yola çıktıktan sonra Mustafa Dolmacının evin yanından geçerken  oğlu Selçok Dolmacı kamyonu durdurdu ve kendilerini de almalarını istedi. Şoför arabada yer olmadığını, kendisini hayvanlarla eşyaları taşımak için gönderdiklerini ve insanlar için başka arabaların geleceğini söyleyip yola devam etti. Ama artık akşam oluyordu ve muhtemelen başka araba gelmeyecekti. Selçuk ve ailesi muhtemelen o gece köyde yalnız kalacaktı. Sonradan duyduğumuza göre, gönderilen vasıtalar yetersiz kalmış, köylülerin birçoğu gece köyde dağınık vaziyette Rumların arasında kalmış ve ancak ertesi gün, hatta bir daha sonraki gün taşınabilmişlerdi.
Köyden çıktıktan sonra araba hiç durmadan Milkbar’ın olduğu yerdeki Rum barikatına kadar geldi.  Orada arabayı durdurdular, Rum polisler şoförle bişeyler konuştu,  bir polis arabanın etrafında şöyle bir dolaşıp baktı, geçmemize izin verdiler. Yoklama bişey de yapmadılar. Zaten neredeyse karanlık olmuştu. Rum polisler de evlerinden göç etmiş kişilerin hayvanlarını soğukta bekletmenin anlamsız olduğuna mı inandılar yoksa içlerinden “bırakın geçsinler de bir daha yüzlerini görmeyelim mi” diye düşündüler tam anlamadık ama, artık daha emin bölgeye geçebildiğimiz için kendimizi şanslı saymıştık.

Barikatı geçtikten sonra keçilerden biri ipe dolandı, tepinmeye başladı. İp boğazını sıkıyor, hayvan nefes alamıyordu. Ali dayı hemen cebinden çakısını çıkarıp hayvanın reşmesini (tasma) kesti. Ancak bu sayede hayvanı kurtarabilmişti.

Lapta ve Vasilyadan insanları taşıyan otobüslerle hayvanlarla eşyaları taşıyan kamyonlar, Zeytinlik’te köy meydanında duruyordu. Bizim kamyon da oraya gelince durdu. Babam, annem ve kardeşim Hasan daha önce başka vasıtayla gelmiş, orada bizi bekliyordu. Eşyaları ve hayvanları indirdik,  Bir keçimiz, bir oğlağımız ve bir koyunumuz vardı.Diğer köylülerle birlikte onları bir yere bağladık.  Tavukları da tel kafesleriyle birlikte onların yanına bıraktık. Soğuktan donmasınlar diye üzerlerine eski bir çarşaf örttük. Eşyaları da köy meydanında diğer ailelerin eşyalarının yanına yerleştirdik. Beklemeye başladık.
Aslında ne beklediğimizi bile bilmiyorduk. Evimizi terk edip başka bir köye talimatla gelmiştik. Ne yapacağımızı da bilmiyorduk. Tek bildiğimiz bir görevlinin yeni bir talimatla gelip ne yapacağımızı söylemesini beklemek zorunda olduğumuzdu.
Niteki biraz sonra bir görevli geldi. Bizim aileyi ve Rüstem dayının  karısı Şerif abla ile kızını aldı, köyün kuzey tarafında doğru yürümeye başladık. 100 metre ya gitmiş ya gitmemiştik. Sağ tarafta kerpiçten yapılmış  bir ev vardı. Görevli şahıs birkaç kere bağırdı: “Ya baba, ya baba”  Aradan 55 yıl geçti. Bu sesleniş, hala daha kulaklarımda çınlamaktadır.  Seslendiği evdeki kişi gerçekten babası mıydı, yoksa sadece bir hitap şekli miydi, yoksa şifreli bir sesleniş miydi bilmiyorum. Biraz sonra kapı açıldı. Bizi getiren görevli evdekilere de talimat verdi: “Bu iki aile bu gece burada kalacak, yarın sabah gelip kendilerini alacağız” dedi.

Geçtiğmiz sene Zeytinlik köyüne gittim. Bir geceliğine bizi konuk ettikleri evi bir görmek istemiştim. Ama köy öyle bir değişti ki, bu evi bir türlü bulamadım.  Bahsettiğim yerde eski ve yüksek bir kerpiç ev hala duruyor ama bizim kaldığımız ev olup olmadığından emin olamadım.  Ertesi gün gerçekten bizi alıp birkaçyüz metre ilerideki bir tarlaya götürdüler. Sadece biz değil, Lapta ve Vasilyadan  gelmiş olan 10-15 aileyi orada toplamışlardı. Haftaya yeni evinizde buluşmak üzere