Değerli Vatan okurları,  hepinize   iyi bir hafta dileyerek 42. Hafta kaldığımız yerden yazımıza devam ediyoruz.

II. VİYANA SEYAHATİ- Tarihi binalar çiçekler ve ağaçlarla dekore ediliyor

 Saat 12.15 civarında hayvanat bahçesinden çıkıp civardaki parkları ve sarayları gezmeye başladık. Civarda o kadar muhteşem yapılar vardır ve bu yapılar çeşitli ağaçların ve çiçeklerin arasında o kadar ustalıkla dekore edilmişlerdir ki, insan bu mekanlardan hiç ayrılmak istemiyor. Kent plancılarımız, mimarlarımız, mühendislerimiz,  müteahhitlerimiz var. Onlar da muhakkak birçok yer gezip görmüştür. Neden biz de böyle mekanlar yaratmıyoruz.

 Civarda birkaç tane çok büyük saray vardı. Bir tanesinin kapısında bizim askeri karargahlarda nizamiye nöbeti tutmak için doğal mermerden yapılan nöbetçi kulübesini andıran kısımlar vardı. Dayanamayıp içine girdik ve bir hatıra fotoğrafı çektik.

arayların içinde girip gezmedik.Bir saat kadar yürüdükten sonra çıkış kapısına geldik.  Metroya binip Landstrasse istasyonuna gittik. O gün öğleden sonra istasyonun içinde ve civarında dolaştık. Yeni yerler keşfetmeye çalıştık, havaalanına gitmek için hangi vasıtayı kullanmamız gerektiğini ve otobüsün kalkış noktasını öğrendik. Ertesi günün planını yaptık. Gezi programımızda bulunmamasına rağmen, buraya kadar gelmişken  Slovakyayı da bir görelim diyerek ulaşım vasıtalarını araştırdık. Viyanadan Slovakyaya trenle, otobüsle veya Tuna nehri üzerinden  gemiyle gitmek mümkün. Belki uçak da vardı ama biz araştırmadık. Bir değişiklik olsun diye önce gemi seçeneğini inceledik. Tuna nehri üzerinde Viyana - Bratislava arasında gezi turları düzenleyen gemilerden yararlanmak mümkün. İyi bir yolculuk olabilirdi ama fiyatını öğrenince vaz geçtik. Tek kişi sadece gidiş 50 Euro idi. Yani 2 kişi gidiş geliş olmak üzere 200 euro ödememiz gerekecekti. Tren fiyatı ise tek kişi sadece gidiş 20  Euro idi.  Ertesi gün , yani 6 Eylül 2018 de Trene binip Bratislavaya doğru yola çıktık.

 Haftaya devam etmek üzere.

  1. 30 SOĞUK GÜN:   ALLAHSIZ BİLELLE

Bilelle (Göçeri) köyü, Lefkoşa - Boğaz kantonunun tam kuzeybatı köşesinde çok stratejik bir yerdeydi. 1963 olayları başladığında burası hem Türkler hemde Rumlar için bir çıkmaz sokaktı. Türkler daha batıya, Rumlar da daha doğuya geçemiyordu.  Üstelik Laptanın üst başına kadar Türklerin Kontrolunda olan Beşparmak dağlarının da çok önemli bir noktasındaydı. Laptalı ve Vasilyalı Türkler nasıl Templosa göç ettiyse, burada da çeşitli köylerden göç edip gelen Türkler vardı. Lapta, Şillura (Yılmazköy) Aysezomono (Arpalık)tan gelip buraya yerleşen Türkler nedeniyle köyün nüfusu 2 katına çıkmıştı.

İşte  1964 yılında, Şubat ayının ortalarında Arif ağa’nın minibüsüyle Templostan çıkmışi, Bilelleye varmıştık. Köy meydanının tam ortasında, Talat dayının iki katlı bir evi vardı. Bu evin üst katında Talat dayı ve ailesi kalıyordu. Alt kat boştu.  O kış gününde birçok eve göçmenler yerleştirilmişti. Talat dayı da orada kalmamıza izin vermiş, bunun üzerine nenem gelip bizi almıştı. Alt kat içiçe 2 odaydı. Girişteki oda bayağı büyüktü.  Getirdiğimiz karyolaları ve diğer eşyaları oraya  yerleştirdik. İçteki küçük odaya da keçi ve koyunu koyduk.  Tavukların kümesini  de evin bitişiğindeki viran bir odaya kurduk.

Koyunları koyduğumuz odanın içinde bir de ocaklık (şömine) vardı. Talat dayının eşi şömineyi kullanmamamızı, çünkü aşağıda şömine yakıldığı zaman üst katın duman dolduğunu söylemişti. Birkaç sene önce köye gidip o zamandan bu zamana neler değişti diye bir göreyim dedim. Bizim kullandığımız ev bayağı değişmiş.  Yerinde yeni bir bina yer alıyor.

Lefkoşa surlar ,içinde kullanılan sten makinalı tabncalar ve Templosta gördüğümüz piyade tüfekleri Bilelledeki  silahların yanında hiç kalıyordu. Burada bren dediğimiz otomatik tüfekleri ve piyade tüfeklerini erkek ve kız çocuklar bozup kurabiliyor, sık sık temizliğini yapıyorlardı. 

Bilelle köyü Kıbrıstaki en büyük Türk kantonunun uc noktasında olması yanında tarihsel ve sosyal açıdan da çok önemlidir, ayrıca  köyün etrafında  önemli olayların yaşandığı tepeler ve mekanlar bulunmaktadır. Bunların başlıcaları Kulaklı tepe, Çifteli tepe, eski mezarlık, Kral Kızı Mağarası, Kızıl Keyf, eski Bileşe köyü, yıkık değirmenler ve dağın içine açılmış su tüneli gibi mekanlardır. Bunlara gezimiz sırasında fırsat buldukça değineceğiz. Köyün yolları topraktı. Elektrik yoktu. Herkes su  ihtiyacını köyün pınarından karşılıyordu. Pınardan akan sular bir havuzda birikiyordu ve köydeki erkek çocuklar yaz aylarında bu havuzda yıkanıyordu. Ulaşım son zamanlara kadar hayvanlarla yapılıyordu. 1963 olaylarından sonra Lefkoşaya gidecekolan yolcuları ve öğrencileri Lefkoşaya götürmek için Kırnı (Pınarbaşı) şoförü Hüeyin Hacıyarıma komutanlık görev vermişti. Hüseyin dayı yağışlı günlerde yol çamur olduğu için köye gelmek istemiyordu.Çünkü otobüsün kayıp devrilmesinden korkuyordu.
Biz daha önce Bilellede oturuyorduk. 1955/56  yılına kadar babam Bilelle’de destebanlık yapıyordu. Daha sonra Laptaya taşındık. Hüseyin Hacıyarımı o zamandan hatırlıyordum. O günlerden hatırladığım bazı şeyleri, şu şekilde sıralayabilirm.
Babam görevini yaparken at  kullanıyordu. Köy yerinde kirada oturuyorduk. Yattığım odanın karşısında yıkık kerpiç bir duvarın kalıntıları bulunuyordu  ve bu yıkık duvarın arkasından zaman zaman bu atın başını görebiliyordum.
Ben 4-5 yaşlarındaydım. Babamın destebanlığı sona ermiş, Bilelleden Laptaya taşınıyorduk. Kardeşim Hasan annemin kucağındaydı, belki de 1 yaşında yoktu. İşte bu taşınma, arkası açık bir kamyonetle gerçekleşiyordu. Babam önde şoförün yanında oturuyordu. Muhtemelen abim Mustafa ve ablam Ayşe de onun yanındaydı. Kamyonetin arkasında evimizin eşyaları, tavuklar, tavşanlar, keçiler ve koyunlar vardı. Annem,   kadife tımarlı arkası aynalı “Gannebba” dediğimiz minderin üzerine oturmuş, kardeşim Hasanı kucağında tutuyordu.Ben de kamyonetin arkasında vakit geçirmek için yaramazlık yapıyordum.

1964 yılında Bilelle’de  normal yaşam sürüyordu  Arasıra İngiliz askerleri köyün içinde ve civarında landroverle dolaşıp gidiyorlardı. Bu devriyeleri sırasında köydeki çocuklara küçük paketlerde tuzlu beyaz bisküvi, smarties gibi şeker ve benzeri şeyler veriyorlardı. Bu devriyelere rağmen  her an bir Rum saldırısı da bekleniyordu. Bir gün köyün kenarındaki tepelerin birinden bir ses geldi. Köylülerden biri bağırıyordu: “Rumlar, Ayırmola tarafından geldiler. Çoban Hasanı götürüyorlar” hem bağırıyor hem de kuvvetli bir şekilde ıslık çalarak köylüleri kaz ediyordu.  Köydeki gençler hemen toplandı. Üç - beş dakika içerisinde on kadar genç piyade tüfeklerini kapmış,  kendilerini bekleyen şehit Hasan Pilotun kamyonetinin arkasına dolmuşlar,  Ayırmola  (bugünkü Şirinevler) köyüne doğru  yola çıkmışlardı.  Aradan epey zaman geçti. Ne gelen var ne giden.  Herkes merak içindeydi. Yeğenim Mustafa “ Eğer Rumlar orada olsaydı, bu giden piyadeler şimdiye kadar 100 defa geri dönerdi. Rumlar gelecek olsa öyle on kişiyle durdurabileceğimiz bir kuvvetle gelmeye cesaret edemezler” dedi. Yarım saat kadar sonra  Hasan Pilot geri döndü. Piyadeler arabada yoktu.  Merak endişeye dönüşmüştü. “Ne oldu” diye soranlara “Çocuklar çoban Hasanla birlikte dönüyorlar. Onu  yalnız bırakmak istemediler “ dedi.

HASAN PİLOT

Hasan Pilot, Laptadan gelen göçmenlerdendi. Eşi Hatice hanım Bilelleliydi ve kaçırıldığı sanılan çoban Hasanın halasıydı. Hatice hanım o günlerde yaşadıklarını daha sonra şu şekilde dile getirmiştir:

“1963 olayları çıkınca Lapta’dan Bilelle’ye göç ettik. Bilelle’deki evimizde av tüfeği vardı. Burada bile Rum saldırısından endişe ediyorduk. Çünkü biz Bilelle’ye yerleştikten sonra Rumlar dağa saldırmış, gelip tepemize yerleşmişlerdi. Ansızın köye ateş açarlar, tedirginlik yaratırlardı. Birkaç kişi bu şekilde vurulmuştu. Köy öğretmeni Cezar da şehit olmuştu. Bir süre sonra Laptalılar bir vasıta uydurup günübirlik köye gidip gelmeye başladılar. Herkes malına, bahçesine, ağaçlarına bakıyor, mahsülü toplayıp aynı gün geri geliyordu. Eşimin de arabası olduğundan arasıra Laptaya gidip gelmeye başladı. Askere benzin taşıyordu. Çünkü o dönemde benzin kıtlığı vardı.  1967 yılıydı. Kızım Hanife 11 aylıktı. Eşim gene Laptaya gitmişti. Akşamüstü beni Lefkoşaya çağırdılar. Eşimin cesedini teşhis etmemi istediler. Eşimi beklerken cenazesi gelmişti. Kendisini kaybettikten ancak11 yıl sonra şehit statüsüne yazdılar.”

AYVASIL OLAYLARI

Köylülerin böyle bir tedirginlik duyması çok normaldi. Çünkü biz henüz Bilelleye gelmeden önce, hatta Lefkoşada kısılı kaldığımız günlerde,  24 Aralık 1963’te, Rumlar Ayvasıl (Türkeli) köyünde katliam yapmışlar sonra  bu olay ortaya çıkmıştı. Bizim henüz Laptayı terk etmediğimiz günlerde,13 Ocak 1964’te  Rumların öldürüp toplu olarak gömdükleri şehitler gömülü oldukları toplu mezardan çıkarılıp  Lefkoşadaki Tekke bahçesine gömülmüşlerdi. Kazı işleri yapılırken Türk ekibinin başında Dt. Hüsrev Dağseven vardı. Resimde en sol başta kürekle çalışan kişi kayınpederim merhum Salahi Derviş Eruman’dır. Şehitlere de, kazı yapanların arasından sonsuzluğa göçenlere de tanrıdan rahmet diliyorum.

Haftaya buluşmak üzere