Değerli Vatan okurları,  hepinize   iyi bir hafta dileyerek 43. Hafta kaldığımız yerden yazımıza devam ediyoruz.

BRATİSLAVA’DA BİRKAÇ SAAT

Tuna Nehri üzerinde birkaç saatlik gemi yolculuğu için 200 euro bilet parasını ödemek bize ağır gelince 6 Eylül 2016 tarihinde Slovakyanın başkenti Bratislava’ya  gitmek üzere trene bindik. Saat 10.15 civarında hareket eden tren  bir saat 15 dakika kadar sonra Bratislavaya vardı.  Güzergah boyunca her taraf ağaçlık, yemyeşildi. Bulgaristan ile Romanya ve Romanya ile Macaristan arasındaki tren  yolculuklarında sınırlarda çift taraflı pasaport kontrolları yapılırken, Avusturya - Slovakya arasındaki tren yolculuğunda tren durmadı bile. Bratislava tren istasyonu çok kalabalıktı. 425 000 nüfuslu bir kentte bu kadar kalabalık beklemiyorduk ama bulunduğu yeri dikkate alınca bu kalabalığı normal karşıladık.

Slovakyanın başkenti olan Bratislava  Avusturya – Macaristan sınırıına yakın bir yerde  ve Tuna Nehri kıyısında yer alır.  Küçük Karpatya Dağları üzerindeki bağlarla çevrilmiştir. Buralarda dağcılık yürüyüşü  ve bisiklet yolları yer alır. 18. Asırdan kalma tarihi kent ise daha çok yayalar için barlar ve kafelerle doludur.

Bratislava, kalesiyle ünlüdür. Kale, kent kurulmadan çok daha önceleri de varmış.  800 yıllarından kalma bir kaleymiş. Dikdörtgen şeklinde bir kale olup 4 köşesinde birer kule bulunmaktadır. Bratislava’ nın tam ortasında, Tuna nehrini tepeden gören Küçük Karpatlarda kayalık bir tepenin üzerinde bulunmaktadır. Bratislava, Avusturya ve berrak havalarda Macaristan bu kaleden çok şahane bir şekilde görünebilmektedir.

KIBRISLILAR BİRLEŞMEYE ÇALIŞIRKEN BAŞKALARI BÖLÜNMEYİ GERÇEKLEŞTİRDİ

Tren istasyonundan çıktıktan birkaç yüz metre ileride alt üst geçitleri olan çok katlı yolların bulunduğu bir kavşak var. Özellikle yayaların geçebilmesi için çok katlı yaya köprüleri kavşağa monte edilmiştir.  İşte bu yaya köprüsünün hemen yanında Bratislava Taşımacılık Müzesi yer almaktadır. Biz birkaç km yürüdükten sonra mola verdik. Çok temiz ve modern  bir kent.  3-4 şeritli kent içi yollar, konsolosluk binaları, oteller ve iş merkezleri hep burada yoğunlaşmış.  Özel arabalar yanında tramvay, körüklü otobüs gibi  toplu ulaşım araçları da çok yaygın olarak kullanılıyor. Durakların birçoğunda  otobüs tarifeleriyle ilgili dijital levhalar var.  Slovakya ile Çekya daha önce Çekoslavakya adında tek devletti. Bundan 25 yıl kadar önce ayrılıp iki devlet olmuşlar. Bu ayrılmayı birçok kişi onaylamadı ve sonuçlarını da beğenmiyor. Slovakyada çıkan günlik Sme gazetesi bundan iki yıl kadar önce şunları yazmıştı:

“Halkın çoğunluğu, ülkenin iki bölgesi arasındaki gerilimlerden bağımsız olarak, ortak bir devletten yanaydı ve bölünmeyi anlamsız buluyordu. Klaus ve Mečiar seçim sonuçlarının verdiği yetkiyle -ama ülkeyi bölme yetkileri olmaksızın- bu düşünceye meşruiyet kazandırdılar. ..Bugün Slovakya AB, NATO ve Avro Bölgesi üyesi. Hatta kendini Çek Cumhuriyeti'yle kıyaslayabilecek durumda. Ama bunlar Klaus ile Mečiar'ın 25 yıl önce erdem, özgürlük, adalet ve fırsat eşitliğine sahip bir devletten vazgeçtikleri gerçeğini değiştirmiyor. Yaptıkları iki ülke arasına değil, her şeyden çıkar sağlamayı bilen ayrıcalıklılarla bunun bedelini ödeyenler arasına sınır çekmek oldu.”

Çeşitli kurumlar ve kişiler, bu ayrılıktan sonra değişik  yönlerden Slovakyanın başkenti Bratislava ile Çekya’nın başkenti Prag’ı karşılaştırmaktadır. Örneğin Pragdaki meşhur köprülerde ve meydanlarda bol miktarda sokak sanatçıları nasıl bulunuyorsa, Bratislavanın tarihi kalesinde de bu sanatçıları görmek mümkündür. Fiyat yönünden kıyaslayanların birçoğu, Bratislavaa’nın, Pragdan daha pahalı olduğunu söylemektedir. Slovakya Euro Zonuna geçmişken, Çekya kendi parası olan  Krone’ kullanmaktadır.

Avusturyada henüz görmediğimiz birçok yer bulunduğundan, Bratislavada fazla zaman harcamadık. Viyanada 20 euro ödediğimiz tren biletine, Bratislava’da 15 euro verip geri döndük. Bratislava – Viyana güzergahında da bol miktarda rüzgardan enerji üreten rüzgar değirmenleri bulunmaktadır.

 Haftaya devam etmek üzere.

 ALLAHSIZ BİLELLE

O güne kadar yaşamış olduğumuz en ağır kışlardan birini yaşıyorduk. Hava son derece soğuktu ve durmaksızın yağmur yağıyordu. Köyün batı kısmından geçen yaklaşık 3 metre derinliğindeki dere yağmur durduktan sonra saatlerce  dolu dolu akıyordu. Biz de derenin yamacında koşarak, marifetlerimizi, bu yağmur ve çamura ragmen dereye düşmeden nasıl yürüdüğümüzü  gösteriyorduk.  En küçüğümüz İsmet teyzemin kızı semraydı. Olaylar başladığında sanırım bir veya iki yaşındaydı. Bizim koşarak geçtiğimiz yerlerden dengesini bularak bizi takip etmeye çalışırken, br taraftan da dü-şe-ce-ğim diyerek bize yetişmeye çalışıyordu.
Bu soğuk ve yağmurlu kışta Templostaki çadırlardan  kurtulmuştuk ama evin içinde bile tir tir titriyorduk. Bizim odanın zemini  betondu. Hayvanların bulunduğu odanın zemini ise alçı mermeriydi. Keçimiz gebeydi ve soğuktan hasta olmuştu. İki hafta yatmış, sonra ayağa kalkmıştı ama yürüyemiyordu. O zaman farkettik ki, keçi devamlı bağlı kaldığı için yürüyememiş ve tırnakları uzamıştı. En az on cm tırnakları vardı ve bu tırnaklar yürümesine engel oluyordu. Hayvan dizlerinin üzerinde yürümeye çalışıyordu. Gece yarısı keçinin bağırmalarıyla uyandık. Hayvan doğuruyordu. Annem bu  işlerde deneyimliydi. Hayvana yardımcı oldu. Ama bu soğukta yavrunun yaşaması mümkün değildi. Ev sahibinin itiraz edeceğini bildiği halde annem ocaklığı (şömineyi) yaktı. Oğlağı ateşin yanına koydu. On dakika kada sonra üst kattan sesler gelmeye başladı. Ev sahibi “Yapmayın, dumandan boğuluyoruz” diye  söyleniyordu. Babam durumu izah edip özür diledi ve başka zaman olmayacağına dair garanti verdi. Annem de ateşe başka odun atmadı. Ertesi gün sabah keçinin ölüsünü bulduk, yavru yaşıyordu. Götürüp bir ovaya keçinin ölüsünü gömdük.

Günler, haftalar bu şekilde geçiyordu. İngiliz askerleri artık devriye gezmiyorlardı. Onların yerine BM askerlerinden Kanada birliği gelmiş, Çifteli tepeye yerleşmişti. Onlarla içiçe olmuştuk. Bizdeki o kadar silah çeşitliliğine ragmen silahları çok ilgimizi çekmişti. Jungle mavzeri dediğimiz bir silah taşıyorlardı. Bu silah bizdeki  mavzer (piyade tüfeği) dediğimiz silahlara göre daha kısa ve çok daha hafifti.   

ÇİFTE BAYRAM ZEHİR OLDU
Köyde her şey yolundaydı. Ta ki 23 Nisan 1964 tarihine kadar. O gün, 23 Nisan çocuk bayramıydı ve dini bayram olan Kurban Bayramı ile aynı güne denk gelmişlerdi. Herkes çifte bayramı kutlamaya hazırlanıyordu. Uzak yerlerden gelen ve Beşparmak Dağlarında görev yapan mücahitlerin çoğu, izinli olarak Lefkoşaya ailelerini ziyarete gitmişlerdi. Ertesi gün, yani 24 Nisan 1964 günü şiddetli silah sesleriyle uyandık. Piyadeler, otomatik tüfekler hiç durmamacasına kurşun yağdırıyordu. Ne olduğumuzu anlayamamıştık. Biraz sonra dağda nöbetçi olan Bilelleli gençlerin dağı bırakıp köye inmekte olduklarını gördük.  Mustafa Bilergodi ayağından vurulmuş, onu da sırtlarına almış köye indiriyorlardı. İşte o an  acı gerçek bütün köye yayıldı. Rumlar sabaha karşı baskın yapmışlar, dağı ele geçirmişlerdi. Bir gecede Alsancak – Akçiçek ten Doğruyola kadar olan kısmı ele geçirmişlerdi. Artık köyde huzur yoktu. Çünkü köy, dağın hemen altındaydı. Kaya yuvarlasalar, üzerimize düşerdi.
Bu olayın nasıl gerçekleştiğini birçok kimse çeşitli  şekillerde anlatmaktadır. Bunlardan bir tanesini merhum  Goşşili Mehmet (Tunçbilek)  şu şekilde anlatmıştı.
“Komutanımız bize, ‘su uyur , düşman uyumaz’derdi.  Siz koyunları bekliyorsunuz, düşman koyun kılığına girer , dibinize kadar gelir, fark edemezsiniz. Nitekim o gece Rumlar koyun postuna bürünerek dağa çıktılar. Müchitlerin çoğu zaten bayram iznindeydi. Geriye kalanlar, düşmanı fark bile edemedi. Fark ettiğimiz zaman iş işten geçmiş, düşman Doğruyola kadar gelmişti” .
Artık yeni bir dönem başlamıştı. Daha önce Karmi, Tirmit, Karava ve  Akçiçek köylerine tepeden bakan, oralarda yaşayan Rumları tehdit eden, hatta zaman zaman sürülerini yağmalayan Türkler gitmiş, yerlerine Ağırdağdan Bilelleye, Kazafanadan (Ozanköy) Templos’a kadar yıllarca Türklere kan kusturacak olan Rumlar yerleşmişti.  Bilelle de, en uç  nokta olarak artık çok farklı bir göreve hazırlanmak zorundaydı.
Boğaz Sancağının komutanı olan Arif Hasan Tahsin hocanın yerine Fırtına adlı bir subay getirilmişti. Bölgede askeri bir teşkilatlanma gerçekleştirilmiş, taburlar teşkil edilmişti. Bilelle bölük karargahı, köyün içinden çıkarılmış, Kırnı yolundaki bir gafgallaya kurulmuştu.  Bu karargah, o zamanın koşullarına göre dağda kurulmuş olan oldukça modern bir karargahtı. Bugün geriye dönüp baktığımızda bu karargahtan geriye çürük ve paslı tenekelerden oluşan viran bir baraka görmekteyiz. Bölük komutanı Mustafa Hacı Ali idi. Bu olaylardan sonra Lefkoşadan Bilelle’ye ve dağdaki diğer bölgelere takviye mücahitler gelmeye başlamıştı. Yaşam hem bu mücahitler, hem de köyde yaşamakta olan insanlar için dayanılmaz derecede zor ve acımasızdı. İşte bu nedenle Bilelle köyüne artık “Allahsız Bilelle” denmeye başlannıştı.

Haftaya buluşmak dileğiyle.