Değerli Vatan okurları,  hepinize   iyi bir hafta dileyerek 44. Hafta kaldığımız yerden yazımıza devam ediyoruz.

VİYANADA BİR GEZİNTİ

Viyanadaki son günümzde kentin önemli yerlerinin bazılarını gezelim dedik.  Viyanada  gezilecek yerler bitmez. Biz Hofburg imparatorluk sarayından başladık.  Bu saray 13. Yüzyılda yapılmış olup Avusturya imparatorlarının  sarayı olarak kullanılıyormuş. Günümüzde  ise Avusturya Cumhurbaşkanının ikametgahı ve çalışma ofisi olarak kullanılmaktadır. Aynı zamanda bir müze olarak da hizmet vermektedir. Ayrıca İspanyol Binicilik okulu da bu binadadır.  Buraya innerstadt yani iç şehir denmektedir. Binanın özelliklerine bakılırsa bu isim tam da saraya uygun bir isimdir. Çünkü saray,  260 dönüm arazi üzerinde kurulu olup 18 bina ve 2600 odadan oluşmaktadır. Bu arazide 19 avlu ve meydan,  kongre merkezi , çeşitli kilise ve şapeller bulunmaktadır.  Sarayın içindeki önemli bölümlerden bazıları şunlardır:

İmparatorluk Daireleri, Sisi Müzesi. İmparatorluk Gümüş Koleksiyonu. Hofburg Sarayı İçerisindeki Diğer Müze ve Etkinlikler, İspanyol Binicilik Okulu, Kraliyet Hazineleri, silah ve cephanelik müzesi, Albertina Müzesi ve Avusturya Ulusal Kütüphanesi

Sarayın giriş kapısından girdikten sonra içerde müthiş bir kalabalıkla karşılaştık. Japonlar, Kuzey Avrupalılar, Akdenizliler, Hint-Pakistan tarafından gelenler, Araplar, Afrikalılar. Herkesin yüzünden veya giysisinden dünyanın neresinden geldiği belli oluyor. (Amerikalılar hariç. Çünkü onlar zaten Birleşmiş Milletler gibi. Nüfus yapısı karmakarışık bir ülke) .

Sarayın 5-6 tane kapısı  var.  Bunların her biri farklı ana cadddelere açılmaktadır.  Bizim gittiğimiz gün, birsonraki hafta düzenlenecek olan bilim festivalinin hazırlıkları yapılıyordu.  Bir saat kadar sarayın avlularını dolaştık. Her tarafta tarihi binalar ve heykeller vardı. Sonra Müze Caddesine açılan kapıdan çıktık. Biraz ileride Tiyatro binası vardı. Venedik Taciri adlı oyunun afişi kapıda asılıydı. Oradan   metro istasyonuna doğru yürümeye başladık. Bir km kadar sarayın çevresinde yürüdükten sonra  başka bir tarihi binaya geldik. Burası 1865 yılında Anton von Schmerling tarafından kullanılmaya başlanmış olup günümüzde  Yüksek Mahkeme binası olarak kullanılmaktadır. Bundan başka, kentin panaromik fotoğrafını çekmek isteyenlerin binanın üstüne çıkıp resim çekmesine izin veriliyor. Biz iki saatten beri yürüdüğümüz için yorulmuştuk. 4-5 kat yukarı çıkmayı göze alamadık. 1927 Avusturya ihtilali sırsında bina çok büyük bir tahribata uğramış ve sonradan  tamir edilmişti.

Biraz daha yürüdükten sonra  Café Bellaria isimli bir kafe görünce ne kadar yorulduğumuzu anladık. Hemen oturup garsonu beklemeye başladık.  Avrupanın birçok yerinde Türk kahvesi bulamadık ama, ona en yakın olarak Espresso içiyorduk. Gelen garsona Espressolarımızı sipariş ettik ve bir resmimizi çekmesini istedik. O an farkettik ki dükkanın camında, orada kahve içen birçok misafirin resimleri asılı duruyordu. Bu açıdan bizim Ciğerci Ahmetin lokantasına benziyordu. Kahveler gelinceye kadar etrafı inceleme fırsatımız olmuştu. Kahvenin  giriş kapısının yanında bir saksı vardı. Üzerine bir kadın yüzü çizilmişti. Saksının içne de  sarı, beyaz ve mor papatyalardan oluşan kocaman bir demet çiçek burakılmıştı. Bu  haliyle  tıpkı bir medusa görüntüsü ortaya çıkmıştı. Yolun karşı tarafındaki elektrik direğinin üzerinde bir güneş kollektörü vardı. Demek ki   aydınlatma için güneş enerjisi kullanıyorlardı.  Bu güneş fakiri ülkede güneşten yararlanmak çin bu kadar yatırım yapılıyor, bizde ise bol güneşli bir ülkede bundan yararlanma yerine mazotla jeneratör alınmadığı için grev yapılıyor. Biraz daha ileride, St Stephan Katedralinin kuleleri    görünüyordu.

 Bu katedral, (Domkirche St. Stephan zu Wien) Viyananın en önemli simgesi olarak kabul edilmektedir. 1147 yılında yapılmıştır.  Osmanlıların Viyanayı kuşatması sırasında  Viyanalıların burayı  sığınak olarak kullandıkları ve kuşatma sırasında katedralin dışına çıkmadıkları rivayet edilmektedir. II. Viyana kuşatmasında Osmanlılar mağlup olunca, Burada, Osmanlı askerini  viyanalıların ayakları altında  gösteren  bir heykel yapılmıştır. Ayrıca, Osmanlıların  geride bıraktığı metal eşyalardan oluşan  300 farklı teçhizatı (Osmanlıdan kalan toplar, gülleler, kılıçlar ve diğer materyaller) da toplayıp eriterek   Türk Çanı olarak da bilinen ''Pummerin Çanı'' nı  yapmış ve  26  Ocak 1712 de Katedralin güney kulesine monte etmişlerdir. 

Haftaya devam etmek üzere.

 ALLAHSIZ BİLELLE: BEYAZ EŞEĞİN MÜZİK AŞKI

 Bilelle köyüne  “Allahsız Bilelle” denmeye başlandıktan sonr  köyde yaşamak bir işkence haline gelmişti.  Rumlar ansızın ateş açıyor,, köyde yaşayanları tehdit ve taciz ediyordu..Köyde sosyal yaşam sıfırdı.Bizim kaldığımız evin hemen yanına, köy meydanına bir ilkyardım çadırı kurulmuştu. Köyün bütün geenç kızlarına iğne yapma ve çeşitli küçük yaralara nasıl müdahaale etmeleri konusunda eğitim verilmişti. Bu eğitimi alan kızlar, ilkyardım çadırında dönüşümlü olarak nöbet tutuyorlar, sivil  halktan veya  mücahitlerdden birisinin yaralanması durumunda müdahale etmek için hazır bekliyordu.

Mücahitlerin yemeği köy muhtarı Mustafa dayının evinde pişiyordu. Nöbet yerlerine  yemekleri götürmek Talat dayının göreviydi. Talat dayı yemekleri beyaz eşeğine yükler, takım karargahlarına yada nöbet yerlerine götürürdü. Bir de küçük, sigara paketi büyüklüğünde radyosu vardı. Bu radyoyu eşeğin kulağına asar, bütün yol müzik, habe v.s. radyo ne söylerse  dinlerdi. Bir gün radyonun pili bitti. Köyde de pil yok, radyo çalmıyor. Talat dayı bunu fazla önemsemedi ama eşek için durum hiç de öyle değildi. Radyoyu kulağında taşıyan beyaz eşek, müzik tiryakisi olmuştu ve müzik olmadığı için bir adım bile atmıyordu. Eşeğin keyfi yok diye mücahitler aç mı kalacaktı?  Bereket ki köyde eşek çoktu. Talat dayı   yemekleri mecburen başka bir eşeğe yükleyip dağıtacaktı.
Mevziler, köyün kuzey tarafında, Kızıl Keyf denilen tepede bulunuyordu. Bu cephede mevziler Kral Kızı Mağarasından Kırnıya kadar uzanıyordu. Kral Kızı Mağarası ve civarı  birçok açıdan çok önemlidir.

Resimde görülen mağara bir kralın ikametgahı imiş. Mağarayla ilgili olarak birkaç farklı efsane anlatılmaktadır. Bunlardan bir tanesine göre  kral burada kızıyla birlikte yaşıyormuş Bir gün  kral kızı mağaranın yanındaki havuzun kenarında  oturmuş nakış işlerken uzaktan babasının atının gelmekte olduğunu görmüş. Ama babası üzerinde yokmuş.  At biraz daha yaklaşınca  yerden bir toz bulutunun yükselmekte olduğunu görmüş. Dikkatli bakınca babasının yerde olduğunu ve ayağnın  özengiye takınlı olarak sürüklenmekte olduğunu görmüş. Koşup babasını kurtarmak isterken ayağı takılıp havuza düşmüş ve boğulmuş. Bu nedenle bu mağaraya Kral Kızı Mağarası denmiş.
Bir başka efsane olayı farklı şekilde anatmaktadır. İkinci hikayeyi gelecek hafta anlatmak üzere  1964 yılında köyde   sosyal yaşamın nasıl olduğunu biraz hatırlayalım.

Halkın geçim kaynakları kurumuştu.Nüfus iki katına çıkmıştı. Öğrenci sayısı da öyle. Okul bir ara kapanmış ama tekrar açılmıştı.  Çocuklar gerçek silahlarla oynuyor, milli günlerde  silahla kutlamalar yapıyordu. Ortaokul ve liseler kapalı olduğu için ben okula gitmiyordum. Ulaşım zaten durmuştu.. Zaman zaman Arif ağa minibüsüyle gidip köylünün ihtiyacını karşılamasına yardımcı oluyordu. Haftada bir eşeğiyle köye gelen bir satıcı tabak, çanak, iğne,iplik, örgü yünü v.s. getiriyor, köylülerden yumurta, zeytin, hellim gibi gıda maddeleriyle takas ediyordu.
Bu karışıklık içinde ben de kendime bir uğraş yaratmıştım. Hem de gelir getirici bir uğraş. Yiyecek açısından Lefkoşa da çok farklı durumda değildi. Hemen hemen  herkes Kızılayın sağladığı gıda maddeleriyle yaşıyordu. Çarşıda yiyecek çeşitleri çok azdı. Sene bol yağışlı geçtiğinden köyde bol miktarda yabani ot çıkıyordu. Hostez, Karatiken, Gazayağı gibi otlardan her hafta bir çuval doldurup Arif ağayla gidiyor, Bandabuliyadaki satıcılara verip karşılığında bişeyler alıyordum. Diğer günlerde, dayımın oğluyla davar bekliyor, yada nenemin tarlasında gönene kabak v.s ekip  ürün  toplamaya çalışıyordum. Tarlanın içindeki küçük pınar,  bol yağışlar nedeniyle akmaktaydı.

Köyde yaşam bu şekilde devam ederken,  askeri açıdan da durum hiç iyi değildi.  Daha önce söylediğimiz gibi dağı baskın yaparak ele geçiren Rumlar, zaman zaman taciz atışları açarak köylüleri korkutmaya çalışıyordu. Bir gün üç kişi köyün güneyindeki yoldan köye doğru yürüyerek geliyordu. Bu üç kişiden orta yerde olanı Bilelleli köy öğretmeni Cezar idi.  

Haftaya buluşmak dileğiyle.