Değerli Vatan okurları,  hepinize   iyi bir hafta dileyerek 45. Hafta kaldığımız yerden yazımıza devam ediyoruz.

DÖNÜŞ

7 Eylül günü kraliyet sarayını gezdikten sonra öğleden sonra otelin civarında dolaştık. Beş günden beri burada dolaşmakla birlikte daha görmediğimiz çok şey olduğunu anladık. Meydanlıkta  sokak pazarı vardı. Meyve, sebze ve çeşitli çiçekler satılıyordu. Fiyatlar oldukça yüksekti. Yarım kilo çilek  4, bizim eşek eriği dediğimiz siyah eriklerin kilosu 3 euro  idi. Birkaç resim çektim ama pazardaki satıcı kadınlardan biri kızınca vazgeçtim.  Otelin karşısında bir de erkek kuaförü gördük. Kuaför dükkanının adı MAKAS. İşletmecisi büyük bir ihtimalle Türktü.

8 Eylül 2018 günü sabahleyin otelin yanındaki café’ye  gidip bir kahvaltı yaptık. Bu café, tarihi bir yer. 1891 den beri hizmet veriyormuş. Cafenin duvarları eski Viyana fotoğraflarıyla doluydu.  Biz kahvaltı yaparken yan masadaki bir çift, bira  içiyordu.

Öğleyin pansiyondan çıkış yapıp Landstrasse istasyonunda mola verdik. Civardaki sokak satıcılarından  Viyanaya özgü hediyeliklere baktık. Magnetler her zaman   hediye vermek için iyi malzemedir. Civardaki dükkanları dolaştık. Birkaç tane aldık. Viyana şehir turu yapmak için hop on-hop off otobüslerinin reklamlarını görünce bu turlara katılamadığımızı hatırladık. İnşallah bir başka sefere deyip istasyondaki marketlerden birine girdik. Havaalanına giderken birer sandüviç alacaktık.  Marketlerde ürünler çok çeşitli. Ama  bir türlü istediğimiz gibi sandüviç bulamıyorduk. Sandüviçlerin neredeyse tamamında yumurta var. Yaklaşık yarım saat aradıktan sonra yumurtasız birer sandüviç aldık.  O gün, istasyonda nedense eşantiyon olarak ücretsiz süt dağıtıyorlardı. Onları da çantamıza koyup Havaalanına gidecek hızlı trene bindik . İçerideki bilgilendirme levhasında havaalanı için “non-stop 16 min” yazıyordu.

Viyana havaalanına vardığımzda 2 telefonun da şarjı bitmiş olduğunu fark ettik.  Bilgisayarı açıp telefonları doldurmak istedim ama o da boştu. Bir kenara çekilip bilgisayarı prize takıp telefonları da bilgisayara bağladım. Bir saat kadar orada oyalandık, birer kahve içtik, telefonlar artık bizi Larnakaya kadar idare edecek seviyede şarj olmuştu. Bu arada havaalanındaki ücretsiz wi-fi servisinden de yararlanmak mümkün olmuştu. Larnaka da dahil olmak üzere, Avrupada gittiğimiz tüm havaalanalarında ücretsiz wi-fi servisi bulmuştuk.  Buradan Ercan Havaalanına sesleniyorum. Bu hizmet maalesef bize yok.

On günden fazla süren ve beş ülkeyi kapsayan Balkan / Orta Avrupa gezimizin sonuna gelmiştik. Adı ne kadar isterse gezi olsun. İnsan bir süre sonra memleketini,evini özlüyor. İşte böyle bir durumda yaklaşık 4 saatlik Viyana – Larnaka uçuşu için Viyana havaalanındaydık. Havaalanı bayağı büyüktü.  Saatlerce dolaşsanız bitiremezsiniz. Fiyatlar da en üst standartta. Rahat bir yolculuktan sonra Larnakaya inip oradan Lefkoşaya vardığımızda sabah saaatin 5’i olmuştu.

Haftaya devam etmek üzere.

 ALLAHSIZ BİLELLE - KRAL KIZI EFSANESİ

Köyde yaşam bu şekilde devam ederken,  askeri açıdan da durum hiç iyi değildi.  Daha önce söylediğimiz gibi dağı baskın yaparak ele geçiren Rumlar, zaman zaman taciz atışları açarak köylüleri korkutmaya çalışıyordu. Taciz atışları sonucu yaralanan kişiler vardı. Hatta bu şekilde bir de şehit verilmişti. Köy öğretmeni Bilelleli Cezar, şehit olmuştu. Yaralananlardan biri Savaş adlı bir mücahitti. Kral kızı mağarasından daha ileride , Bilelle ile Siskilip (Akçiçek) arasında bulunan Kulaklı Tepeye avlanmak için giden Savaş, dağdan yapılan atışlar sonucu yaralanmış, ancak can havliyle 2 km den fazla mesafeyi yaralı durumda koşarak köye kadar gelebilmişti. Daha sonra Boğaz sancaktarı Fırtına, bu tepeye mücahit göndermiş ve  tepeyi Türkler kontroluna almıştı.  Tepenin zirvesinde her iki tarafta birer kaya vardır. Tıpkı başımızda, ik, tarafta bulunan kulaklar gibi.  Bu kayalar görünüş olarak insanın  yüzündeki kulaklar gibi durduğundan tepeye Kulaklı Tepe ismi verilmişti.

Kral Kızı Mağarası bu tepenin bir km kadar doğusunda yer alır. Geçen hafta , buraya neden Kral Kızı mağarası dendiği ile ilgili bir rivayet yazmıştım. Aynı konuda mevcut olan bir başka rivayete göre Kralın subayı ile kızı arasında  bir gönül macerası varmış. Subayla kral kızı birbirlerine aşıkmış. Korkudan bunu krala söyleyemiyorlarmış. Bunu çok sonra öğrenen kral sinirlenmiş, subayı idam ettirmiş. Bunun üzerine kız da mağaranın hemen altındaki su dolu havuza atlayıp intihar etmiş. Bu nedenle buraya Kral Kızı Mağarası denmiş.

Mağaranın bulunduğu tepe  yekpare bir kayadır ve batı tarafında derin bir vadi ve vadinin diğer tarafında başka bir kaya kütlesi bulunmaktadır. Daha doğrusu bir kaya atmosfer ve yağmur suları tarafından ikiye bölünmüş durumdadır. Mağaranın  yanındaki bu vadi, Kıbrıstaki su arayışları açısından  çok önemli bir durumdadır..

Eski çağlardan beridir adada hüküm süren susuzluğa çare bulmak için, adaya 1878 yılında kiracı olarak gelen İngilizler de çalışmaya başlar.  1890 ların başında adaya bir jeolog gönderirler. Bu jeolog yaptığı çalışmalardan sonra yazdığı raporda, adanın su problemine çare bulmak için çeşitli yerlere barajlar yapılmasını önerir.   Bu kapsamda Kukla barajı yapılır ama arkası gelmez. Birkaç sene sonra adaya başka bir jeolog gönderilir. O da yaptığı araştırmalar sonunda Mesarya bölgesine sıra kuyular açılmasını önerir ama bu kuyular istenen sonucu vermez. Bu nedenle 1900 lü yılların başında adaya üçüncü bir jeolog gönderilir. Bu jeolog da yaptığı araştırmalar sonunda yazdığı raporda Beşparmak dağlarının altına çeşitli yerlere tüneller açılmasını ve bu tünellerle su toplanarak kullanıma verilmesini önerir. İşte bu öneriye istinaden Kral Kızı mağarasının yanındaki vadide tünel kazılmaya başlanır. Epey derinlere kadar ilerletilen bu tünel adanın su problemini tam olarak çözemez ama Kral Kızı mağarasının altındaki havuza önemli miktarda su akmasını sağlar. Özellikle yağışlı senelerde, havuz dolup taşmaya başlar  ve havuzun yanındaki iki un değirmeni de bu suyla çalıştırılmya başlanır.

Yıllarca yararlı bir  hizmet veren bu tünel, 1964 – 1974 arasında lokap olarak kullanılır. Yani suç işleyen mücahitler cezalarını çekmek üzere buraya hapsedilirmiş. Daha sonra, 1980 lerin başında Dağyolu göleti inşa edileceği zaman, barajın gövdesini yapmak için, civardaki kayalarla birlikte, bu tünelin beton duvarları da yıkılıp  baraja taşınmış. Bu şekilde tarihi bir yapı da ortadan kaldırılmış olur. Tıpkı Demirhandaki tarihi tren istasyonunun yol yapmak için yıkıldığı gibi. Geçen hafta yazdığımız çoban Hasanın olayının geçtiği bölge ise daha güneyde  Bilelle – Ayırmola (Şirinevler) arasında idi. Köydeki erkeklerin tamamı mücahit olduğu için tarla işleri kadınlarla çocuklara kalmıştı. Oradaki tarlalardan birine Mustafa Bilergodi bakla ekmişti.  Köydeki kadınlar ve çocuklar gidip bu baklaları çapalıyorduk. Ayrıca yine aynı Goloddi denilen bölgede   mevziler kazılıyordu. Rumların görmemesi için bu  mevziler geceleyin kazılıyordu ve erken bitirilmesi için kadın-erkek, çocuk -yaşlı herkes bu işte görevliydi.

Ancak en önemli konu ekinlerdi. O dönemde ekinler elle veya orak makinasıyla biçiliyordu. Bu nedenle ekin biçme işlemi aylarca sürüyordu. Normal olarak  Nisan ayının sonunda arpalar  biçilmeye başlanır, buğdaylar biçilinceye kadar  Temmuz , hatta Ağustos gelirdi.  O sene, savaş nedeniyle bu işlerde aksama olmuştu. Çünkü dağ rumların elindeydi ve ekin biçenlerin vurulması ihtimali vardı. Mart ayında adaya gelen BM  komutanlığıyla görüşülüp ara bölgedeki ekinlerin biçilebileceğine dair güvence alındı. Buna rağmen köylüler aylarca oralarda çalışmayı göze alamıyordu. Buradaki ekinlerin nasıl biçilebileceği konusunda köylüler uzun uzun tartıştıktan sonra bu işin imece usulüyle yapılması kararlaştırıldı. Köydeki bütün işgücü, hayvan ve  ekipman gücü  birleştirildi,  bütün ekinler sırayla biçilecek ve biçilmiş ekinler harman yerine taşınacaktı. Kimin ekini biçilirse, o gün tüm çalışanların yemeği ekin sahibi tarafından pişirilecekti. Köydeki tek orak makinası Kızılkeyfin üstüne çıkarıldı. bir taraftan biçilirken, diğer taraftan demetler bağlanıyor ve hayvanlara yüklenip köyün güneyindeki harman yerine taşınıyordu. Biz ekinleri biçmeye çalışırken, dağdaki Rumlar da bizi seyrediyordu. Bir ara içlerinden biri babama seslendi. Laptalı Fani adlı bir Rumdu. Babamin arkadaşıydı. Harup zamanı dağda topladığımız harupları çoğu defa ona satmıştık. Dağda nöbet tutuyormuş. Yarım saat kadar konuştular. Laptadaki durum hakkında bize bilgi verdi.

Biçme işi başlar başlamaz, keklik yavruları ilk defa dördükleri bu makina ve insan kalabalığı karşısında şaşırıp ovaya dağılmış, nereye kaçacaklarını şaşırmış, bir o tarafa, bir bu tarafa koşuşturmaya başlamıştı. Bu şekilde köydeki bütün ekinler biçildi. Harman yerine taşındı ve herkes kendi samanını çıkarmaya başladı.

Haftaya buluşmak dileğiyle.