Değerli Vatan okurları,  hepinize   iyi bir hafta dileyerek 48. Hafta kaldığımız yerden yazımıza devam ediyoruz.

2019 BİTERKEN  RÜYALAR VE ANILAR BİRBİRİNE KARIŞTI

Sabahleyin arabayla evden çıktım. Niyetim Lefkoşaya gidip yarım kalmış birkaç işi bitirmekti.  Ama ortada bir gariplik vardı.  Iki gündür sürekli yağmur yağmış olmasına rağmen, iki yıldan beridir evin yanında akmakta olan derede bir damla su yoktu. Üstelik Kral George zamanından kalma köprünün altında birikmiş olan sular da kurumuştu. Belediye demek ki olağanüstü bir çaba göstererek 24 saatte  köyün içinde akmakta olan kirli suları bir şekilde kurutmayı başarmıştı. Üstelik belediye ekiplerinin güya bizi selden korumak için bir sene önce yıkmış olduğu bahçe duvarları ve teller tamir edilmişti. İçimden “Allah allah, belediye bu işleri ne zaman yaptı da biz fark etmedik” diye geçirerek eve döndükten sonra oturup bir teşekkür mektubu göndermeye karar verdim. Arabayı köy meydanına sürdüm, sola dönüp Mağusa- Lefkoşa anayoluna çıkacaktım. Her zaman köyün içinde dolaşan başıboş sokak köpekleri görünmüyordu ama buna pek önem vermedim. Yalnız köy meydanındaki temizlik ve düzeni görünce hayret etmekten kendimi alamadım. Her zaman köy meydanındaki dükkanların önünde duran salon arabalardan, toptancı vasıtlarından eser yoktu. Yollar pırıl pırıl parlıyordu ve yolun  her iki kenarına çift sıra kesintisiz sari çizgiler vardı. Halbuki bir gün önce burada çizgi falan yoktu. Demek ki biz fark etmeden belediye buralarda güzel bir düzenleme yapmıştı ve işin daha ilginç tarafı  trafik kurallarına uymamayı bir gelenek haline getiren araç sahipleri de bu çizgilerin üzerine park etmemişti.    

RÜYADA GÖRÜP HAYRA YORMAMAK

Köy meydanından Lefkoşa – Mağusa bölünmüş anayoluna kadar yeni yapılan dükkanların önünde de araba kalabalığı yoktu. Öğrenciler gene  okula doğru yürümekteydi ama ayakları çamur olmasın diye yolun içinde yürümüyorlardı. Neden acaba diye düşünüp dururken, birdenbire yolun kenarındaki yaya kaldırımını fark ettim. Halbuki bir gün önce bu kaldırımlar yoktu. Hayretler içerisinde arabayı sürmeye devam ettim. Anayola gelince bir de ne göreyim. Bir yıl kadar önce yapımına başlanan yayaların kullanacağı üst geçit tamamlanmış ve yaya trafiğine açılmıştı. Üzerinde önemli bir öğrenci kalabalığı vardı. Demek ki öğrenciler de çemberin içinden yolun arşısına geçme inatlarından vazgeçmiş, üst geçidi tercih etmişti. Kendi kendime “İşte böyle, yapacaksın ki kullanılsın. Bugüne kadar üst geçit vardı da, öğrenciler mi kullanmıyordu” deyince aklıma merhum Süleyman Demirel geldi. Yoksa İbrahim Tatlıses mi söylemişti: “Oxford üniversitesi vardı da, biz mi gitmedik?”

İşte bu düşünceler içerisinde  kendimi Lefkoşa bölünmüş yolunda buldum. Burada da hayret edilecek kadar gelişmeler vardı. Yol dümdüzdü, orta ve kenar çizgileri çizilmişti. Hamitköy girişine geldiğimizde, her gün gördüğümüz açıkgöz araç sürücüleriyle hiç karşılaşmamıştım. İkide bir şerit değiştirip makas atan, muhtemelen kayıttan düşmüş eski arabaları, beton mikserlerini ve çeşitli belediyelere ait çöp arabalarını görmedim. Daha doğrusu bu vasıtalar vardı ama herkes hiç şerit ihlali yapmadan bulunduğu şeritte yoluna devam ediyordu. Yer olmadığı halde ısrarla soldaki üçüncü şeridi kullanıp öne geçmeye çalışan saygısız şoförler de yoktu. Her zaman olduğu gibi Dumlupınar üzerinden Trenyoluna giden yola saptım. Burada hiç trafik  ışığı yoktur ama yola konulan yarım metre yüksekliğindeki kasisler nedeniyle trafik normalden çok yavaş gitmekteydi. Buna bir de sol taraftaki ara yollardan fırlayan vasıtalar eklendiği zaman, diğer yola göre bir avantajı kalmıyordu. Hele bir su tankeri veya beton mikseri önünüze çıkarsa, bu yola saptığınıza bin pişman olursunuz. Ama bu sefer bu yolda da bir anormallik vardı. Sağdan soldan fırlayanlar olmadığından  trafik her zamankine nazaran bayağı hızlıydı. Biraz daha dikkat edince yoldaki “ofto”  benzeri kasislerin yerinde yeller estiğini fark ettim. Yolun iki tarafında modern yaya kaldırımları ile bisiklet yoluyla birkaç noktada sari ışıklarla desteklenmiş olan yaya geçitlerini görmemek imkansızdı. Hayretim kat be kat artmıştı. “Bravo belediyeye, durumu bayağı düzeltmiş” diye düşünüyordum  Kanlıderenin üzerindeki köprüyü geçtikten sonra da yol aynı düzende devam ediyordu. Köprü deyince ister istemez buranın 1974 yılındaki durumunu hatırladım. O tarihte Hamitköy çemberinden Gönyeli çemberine kadar giden Dr. Fazıl Küçük Bulvarı henüz yoktu.  Haspolat Çemberiyle Hamitköy çemberi arasındaki yol da yoktu. Lefkoşadan Mğusaya gitmek isteyenler Dumlupınar üzerinden geçen bu güzergahı  kullanmak zorundaydı. Buradan Hamitköyün içinden geçilerek Taşkent yoluna çıkılır, oradan da Haspolat  kavşağına varılırdı Buradaki köprü çok dardı ve iki vasıtayı sığmazdı. İki araba karşılaştığında bir tanesi geri gitmezse diğeri geçemezdi. O şartlar altında bu yolda trafik kazası olduğunu hiç hatırlamıyorum. Atatürk Öğretmen Akademisi de burada değildi ve onun yanındaki çember de, çemberden Çangar çemberine giden yol da yoktu. Eski günleri de anımsayarak Trenyolu dediğimiz yola doğru devam ettim.  Buralarda yaşayan Türkler,  1963 yılındaki savaş sonunda  evlerini terk ederek Hamitköye göç etmişlerdi. Göç etmeyenler  ise ya Rumların eline esir düşmüş, ya da Hüseyin Ruso öğretmenimiz gibi şehit düşmüştü.  

Hüseyin Rusonun şehit edilişinin üzerinden 10 yıl geçtikten sonra burası tekrar Türklerin eline geçmiş, Rumların buralara yaptığı beton mevzilerle Barış Gücüne bağlı Finli askerlerin kullandığı binalar da Türkler tarafından ele geçirilmişti. Ancak yolun sivil trafiğe açılması yaklaşık 30 yıl sonra mümkün olmuştu. Hüseyin Rusonun cesedi ise şehadetinden yaklaşık 55 yıl sonra getirilerek şehit düştüğü yere törenle defnedilmiş, buraya bir anıtmezar yapılmıştı. Anıtmezardan yaklaşık 500 metre kadar ileride Trenyolu dediğimiz yola geliriz. Buna trenyolu denmesinin sebebi, yaklaşık 70 yıl önce son seferini yapan Lefkoşa – Mağusa treninin buradaki yol üzerinden geçmesiydi İşte Dumlupınardan gelen yolun  Trenyoluna bağlandığı noktanın tam doğu tarafında sarı polis evleri, batı tarafında da mücahitlerin bugün kullandığı bina bulunmaktadır. Günümüzden 50-55 yıl önce ben buradaki Türk mevzisinde nöbet tutmaktaydım.

Mevzi bugün bulunduğu yerden yaklaşık 50 metre daha batıdaydı . Sarı Polis apartmanları Rum mevzisiydi.  Bizim mevzimizle sarı polis evleri arası Yeşihattı ve buraya  Finlandiyadan gelme Barış gücü askerleri konuşlanmıştı. Birden o nöbet yerindeki anılarım canlandı. Hepsini yazmaya kalksam değil bu sayfaya, bütün bir gazeteye bile sığdıramayız. Ama bir tanesini olsun okurlarla paylaşmadan geçmeyeceğim.  Muhtemelen 1969 yılıydı.  1967 yılının Kasım ayındaki son silahlı çatışmadan sonra barikatlar tek taraflı olarak açılmıştı, Türkler yoklanmaksızın Rum kesimine geçebilmekte, alışveriş yapabilmekte hatta Rum kesiminde çalışabilmekteydi.

 33. Bölük olarak Tantinin hamamından trenyoluna kadar olan bölgeyi biz savunuyorduk. Burası 1963 yılında da, 1974 yılında da çok çetin savaşlara sahne olmuş ve şehitler verilmişti. Bu yazı vesilesiyle şehit olan arkadaşlarımıza allahtan rahmet diliyorum.

 Nöbet yerimiz Çağlayan bölgesinin kuzeydoğu köşesinde olup sabit bir nokta değildi. Yaklaşık 50 metre uzunluğunda bir güzergah üzerinde sürekli dolaşarak hem doğudaki hem de kuzeydeki hattı kontrol etmek durumundaydık. Her iki tarafta da BM askerleri bulunuyordu.       Kuzey tarafımızda 44. Bölük dediğimiz Küçük Kaymaklı mücahitleri vardı. İşte bu köşe noktasında  durmuş karşı tarafı gözetlemekteydim ki, Rum mevzisinden üniformalı bir askerin bisiklete binip bizim taarafa doğru gelmeye başladığını fark ettim. Bölgede hem Rumların, hem bizim hem de BM askerlerinin projektörleri olduğundan ortalık gündüz gibiydi. Karınca yürüse görünürdü. Hemen bisikletli Rum askerinin gelmekte olduğu patikaya fırladım. Etrafımız efkalipto ağaçlarıyla çevrili bir mesire yeri gibiydi. Ağaçların arasında olduğum için dalgın vaziyette bisikletiyle gelmekte olan Rum askeri beni fark etmemişti. Aramızda on metre kadar mesafe kalmıştı ki, bildiğim yarım yamalak Rumca ile bağırdım “Duuuur!” Asker ansızın beniledi, neredeyse bisikletten düşecekti. Gayrı ihtiyarı bisikleti durdurup ayaklarını pedaldan yere indirdi, faltaşı gibi açılmış olan gözleriyle bana bakmaya başladı. Aramızdaki mesafe neredeyse 3-4 metreye indiğinden artık yüzünün bütün detaylarını fark edebiliyordum. Bu arada, nöbetteki Barış Gücü askeri de benim bağırmamı duymuş, bize doğru koşmaya başlamıştı.   Rum askeri muhtemelen Lefkoşanın yabancısıydı. O da benim gibi bakalım Kıbrısın hangi köyünden gelmiş, kendisine verilen vatani görevini yapmaya çalışıyordu. Herhalde  nöbeti devretmiş karargâha doğru gideceğine, dalgınlıkla bisikletini  bizim tarafa doğru sürmüş, kendisine doğrulttuğum Tomson silahını görünce durumun farkına varmıştı. İşte o an ikimiz de, yaşam mücadelemizin  en zor anlarından birini yaşıyorduk. Böyle bir an,  asla ve asla tam olarak tarif edilemez. Ancak yaşayanlar böyle bir durumu anlayabilirler. Rum askeri kendisini vuracağımı zannetmiş, ben ise milli görev ile insanlık duygusu arasında bocalamaktaydım. Karşımdaki insan, yirmili yaşlarda genç bir erkek, elimdeki silaha bakıp tir tir titreyerek ağlıyordu.

Seneye, Küçük Kaymaklı mücadelesinin ve toplumsal direnişimizin sembolü, örnek bir eğitimci ve başarının zirvesinde bir sporcu olan Hüseyin Ruso öğretmenimizin kabriyle ilgili durumu okurlarla paylaşmak üzere herkese  mutlu ve sağlıklı yıllar dilerim.