Merhaba sevgili Vatan okuyucuları. Hepinize iyi bir hafta dileyerek gezi notlarımıza geçen hafta bıraktığımız yerden devam ediyoruz.
NİJERYA : BAŞARILI İŞ ADAMI
Öğle namazından kısa bir süre sonra  Kıbrıstan ayakkabı numunesi gönderdiğim firmaya vardık. Burası firma merkezi veya ofisi değil, küçük bir ayakkabı satış dükkanıydı. İçeride ufak tefek 35 lik bir adam vardı. Ne istediğimizi sordu. Kendimi tanıtınca koşup ellerime sarıldı. Neredeyse öpecekti. “Hoşgeldiniz, çpk memnun oldum” anlamında bir sürü söz söyledi. Ağzı kalabalık birisi olduğu hemen anlaşılıyordu.
Ben de memnun oldum deyip konuya girmek isterken içeriye bir kişi daha girdi.  Yaşça diğerinden daha küçük olmasına rağmen ona göre bayağı iri yapılıydı. Ufak tefek olan  hemen bizi tanıştırdı:
“Bu kardeşim”dedi. Sonra da bizi ona tanıştırdı “Gel kardeşim. Bu beyefendi, bize ayakkabı numunelerini gönderen  kişidir. Geleceğini sana sölylemiştim” dedi. Onunla da tokalaştık.
İki kardeş yapı itibarıyla olduğu kadar renk olarak da birbirlerinden farklıydı. Ufaktefek olan Afrikalıdan ziyade Pakistanlıya benziyordu. Muhtemelen melezdi.İriyarı olanı ise kapkara bir cilde sahipti. Muhtemelen anne veya babaları farklıydı. Sonradan öğrendiğime göre Nijeryada çok eşlilik kültürü bayağı yaygınmış ve bu şekilde birbirinden farklı renkte kardeşlerin doğması sık rastlanan bir durummuş.
Ufak tefek olan: “Evet efendim, size ne ikram edelim? Çay, kahve ikisi de var. “ dedi. Ben “Teşekkür ederim , su varsa içeriz. Yoksa mesele yok, işimize bakalım” dedim. İriyarı olan siparişleri getirmek için dışarı çıktı. Biraz sonra elinde 5-6 küçük şişe  su olduğu halde geldi.  Sularımız içtikten sonra iş konuşmaya başladık.
Ufak tefek olan: “Gönderdiğiniz numuneler çok güzel. Çok beğenildi. Ama ayakkabıları neden çift olarak göndermediniz de sadece sol ayak için olanları gönderdiniz? Tek ayakkabıyı kim alacak?”
Sözleri beni hem şaşırtmış hem de  kızdırmıştı. Belli etmemeye çalışarak:
“Gönderdiğim ayakkabılar senin de söylediğin gibi numune. Satılmak için değil, gösterip müşteri toplamak içindir. Numuneleri gördünüz, müşterilerinize göstediniz. Size sipariş koşullarını ve fiyatlarını göndermiştim. Sipariş listenizi ona göre hazırlayıp bana verin, gidince mallarınızı göndereyim” dedim.
Bunun üzerine iki kardeş bir köşeye çekilip kendi aralarında konuşmaya başladılar. Ne kadar düşük sesle konuşurlarsa konuşsunlar, dükkan küçük olduğundan bulunduğum yerden ne konuştuklarını duyabiliyordum.
İriyarı olanı: “Kardeşim ne yapıyorsun. Bu adamı buraya çağırdın, numuhe getirttin. Bizim bunları ödeyecek paramız mı var? Nasıl sipariş vereceğiz.”
Ufaktefek olan : “Telaş edecek bişey yok kardeşim. Biz kendisine bir liste verelim. Belki bize kredili gönderir. Biz teklif ederiz, gönderirse gönderir. Göndermezse bişey mı kaybedeceğiz?
Diğeri: “Öyle olsa bile o fiyatlardan bizim müşterilerimiz bu ayakkabıları alacak durumda mı? Kaça satıp borcumuzu ödeyeceğiz.”
Melez görünen: “Sen hiç merak etme kardeşim. Satış gelirinden bir kısmını kendi masrafımız olarak ayırır geri kalanı kendisine göndeririz. Beğenmezse ikinci  partiyi göndermesin, beğenirse devam ederiz.”
Bu konuşmalarından sonra ufak tefek olan yanıma geldi. Yaşça diğerinden büyük   ve cingöz birisi olduğundan, anlaşılan dükkanı o idare ediyordu. Bana:
- Buraya kadar zahmet edip geldiğiniz için kardeşimle birlikte size tekrar teşekkür ederiz. Ben size bir liste hazırlayacağım. Fiyatlarda sorun yoktur. Ancak bizim şirketimiz küçük. Akreditif veya vesaik mukabili çalışamayız. Bize mal mukabili gönderin. Malı çekip satalım, size parasını gönderelim. Bu şekilde uzun seneler çalışabileceğimize inanıyorum.
Bu şekilde bir ticaret, birbirini çok iyi tanıyan, uzun seneler çalışıp birbirlerinde güven yaratan firmalar arasında yapılabilirdi. Çünkü ayakkabıları çekip sattıktan sonra bana bedelini göndermedikleri taktirde, yapabileceğim hiç birşey yoktu. Bunu kendisine söyledikten sonra
-Bu ayakkabıları ben üretmiyorum. Başkalarından satın alıp size gönderiyorum. Parasını sizden almadan bunu yapmam mümkün değil. Siz bana ayakkabıların bedelini göndermezseniz, ben onları nasıl ödeyeceğim deyip akreditifte ısrar ettim. Cevap olarak
“Buraları gelip gördün. Ayaktta durmak çok zordur. Biz senelerdir bu piyasadayız. Uzun seneler daha bu işimize devam etmek istiyoruz. Bunu yapmak için de mal aldığımız firmalara alacaklarını göndermemiz gerek. Sen hiç merak etme. Ayakkabılar gümrükten çıktıktan bir ay sonra  paranı göndereceğiz, dedi.
Az önce konuştuklarını duymamış olsam belki de inanacaktım. Kardeşine “Satıştan kendi payımızı alıp, kalanı göndeririz. Beğenirse devam ederiz” demişti. Bana ise paranın tamamını göndereceğini söyküyordu. Dayanamadım.
- Benden numune istediniz gönderdim. Dünyanın bir ucundan sizinle iş yapmak için ta buraya geldim. Siz beni kandırmaya çalışıyorsunuz. Bu durum ticari etiğe uyar mı? Neden beni kandırmaya çalışıyorsunuz?” diye sordum. Aldığım cevap hem felsefe ve mantık kitaplarına hemde uluslararası ticaret kitaplarına yazılacak kadar etkili ve ilginçti:
“Seninle iş yapıyoruz. Benim hedefim, senden en az bir parti mal getirip burada satmak ve kar etmektir. Eğer seni kandırıp veya ikna edip bu malları gödermeni  sağlarsam, ben başarılı bir iş adamı sayılırım. Bütün mesele bu.”
Bu laftan sonra onlarla iş yapamayacağımı anlamıştım. Beni kandırdığı taktirde başarılı sayılacağını  alenen söyleyen bir kişiye güvenip mal göndermek mümkün değildi.
“Benim şartlarım bellli. Birkaç gün daha ikoyi oteldeyim. Kabul ederseniz gelin, otelde  anlaşalım” deyip Abdülkerime “Otele dönelim Abdul, bugün başka iş yapacak hevesim kalmadı” dedim. Lagosun kalabalık caddelerinde, yeni bir strateji saptamak üere, sakin kafayla düşünmek üzere otele doğru yola koyulduk.
İSTANBULDAN LEFKOŞAYA
Yazi tura ile görev taksimi yaptıktan sonra Hasan Keçeci bilet ve hesap makinası işlemlerini yürütmek üzere Adana’ya, ben de pasaportla Düzcedeki lokantada unuttuğumuz pasaportları aramak üzere Düzceye döndüm. Vakit epey ilerlemişti. Daha fazla dayanamadım, gözlerim kapandı, uykuya daldım. Ne kadar uyudum, kaç km yol gittik, bilmiyordum ama vasıta hız kesince uyandım. Trafik yoğunlaşmıştı. Gecenin bu saatinde alışılmış bir durum değildi. Epey bir süre bu şekilde yol aldıktan sonra ileride yanıp sönen ışıklar görülmeye başlandı. Şoföre yakın bir koltukta oturuyordum. Muavinle şoförün konuşmalarını duyuyordum. İleride trafik kazası olduğundan bahsediyorlardı. 
Yanıp sönen ışıkların yanına gelince haklı olduklarını anladık. Yolun bir tarafında bir otobüs enkazı duruyordu. Boydan boya sol tarafı gitmişti. Sağ taraftaki parçası oradaydı ama içindeki koltuklar yerinden fırlamış, ceketler, el çantaları ve daha  birçok eşyalar darmadağın bir vaziyette  bu enkazın içinde duruyordu. Biraz ileride ise ön taraftan neredeyse yarıya kadar akordiyon şeklinde büzülmüş başka bir otobüs enkazı duruyordu. Onun da durumu diğerinden farklı değildi. Etraf  karanlık olduğundan ve  yavaş da olsa bizim otobüs trafikte ilerlemeye çalıştığından içlerinde insan oup olmadığını farkedememiştim. Ama yolun her iki tarafında da kalabalık bir insan topluluğu, park etmiş arabalar vardı. Polisler hem tarifiği idare etmeye, hem de kazazedelere yardımcı olmaya, ayrıca olay yerindeki ambulanslara yardımcı olmaya çalışıyordu. Ambulanslar yaralı alıp biran önce olay yerinden uzaklaşmak zorundaydı.
Bir süre sonra pasaportları unuttuğumuz Hamit Kaplan lokantasına geldik. İstanbula gitmekte olan otobüs de orada mola verince aşağı inip doğruca kasadaki görevliye gittim. Lokantada da bizim gördüğümüz trafik kazası konuşuluyordu. Görevliye durumu izah edip pasaportlardan haberi olup olmadığını sordum. Görevli   kasanın altındaki dolaptan pasaportları  alıp bana uzattı. “Şansınız vsrmış. Iyi niyetli birisi bulup getirdi. Al, ama dikkat et. Bir daha kaybolursa bu kadar şanslı olmayabilirsiniz! Diye tembih etmeyi de ihmal etmedi. Teşekkür edip pasaportları aldım. Dışarı çıktım. Burası birçok firmanın mola vernek için kullandığı bir mekan olduğundan Adanaya otobüs bulmak zor olmadı. 
Pasaportları bulmak beni rahatlatmıştı ama, yoldaki trafik kazası da bir türlü aklımdan çıkmıyordu. O güne kadar sayısını hatırlamadığım birçok yolculuk yapmıştım. Ama bu yolculuk, korkunç bir trafik kazasına sahne olarak hiç aklımdan çıkmayacak bir yolculuk olarak hafızama kazınacaktı. Bunun   benzerini, bir yıl önce İstanbul-Aydın arasındaki bir yolculukta yaşamıştım. İleriki haftalarda onu da okurlarla paylaşmak üzere şimdi  Adana yolculuğumuza devam edelim.
Anlatmaya değer başka bir olay olmadan ertesi gün öğleden sonra saat 15 sularında Adanaya varmıştım. Hasanla, her koşulda Adana Hava Alanındaki yolcu salonunda buluşmak üzere anlaşmıştık. Aksi halde kentin içinde kaybolur, birbirimizi bulamazdık.
Otobüs şoförüne durumu anlatıp, havalanına en yakın bir yerde beni bırakmasını istemiştim.  Havaalanı, kentin dışındaydı.  Şoför, havaalanı yolunda durup beni indirdi. Valizim yoktu.  Az sonra gelen boş bir taksiye atlayıp yolcu salonuna girdim. Sağa sola bakındım, Hasan yoktu. Bir polis gelip ne aradığımı dordu. Durumu anlattım. Bana: “Meydan müdürünün odasında bir Kıbrıslı öğrenci vardır, belki arkadaşın odur” deyip beni  müdürün götürdü. Hasan, müdürle karşılıklı oturmuş bişeyler konuşuyordu. Beni görünce geldi, kucaklaştık. Hasan beni müdürle tanıştırdı. Müdür de yerinden kalkıp benimle tokalaştı, oturmam için yer gösterdi, bir taraftan da “Oğlum koş, çay getir” diye bağırdı.
Pek çay meraklısı değilim ama, o kadar stresli bir yolculuktan sonra, hem de meydan müdürünün odasında, getirilen demli çay hayatımda içtiğim en güzel çay olmuştu. Bir taraftan yolda karşılaştıklarımı onlarla paylaşıyor, diğer taraftan da “Meydan müdürünün bizimle bu kadar samimi olması hiç alışılmış bir durum değil. Bakalım sonu nereye varacak?” diye düşünüyordum
Bu ilginin sırrını  gelecek hafta anlatmaya devam edeceğiz.
BİR  KÜLTÜR HAZİNESİ ve BİR 
SAVAŞ MEYDANI OLAN KULAKLI 
TEPEYE YOLCULUK
Geçtiğimiz hafta anlatmaya başladığımız yolculukta, Türkeli köyünün tam güneyinde yeni başlanan bir inşaatın yanında kalmıştık. Kaldığımız yerden yolculuğumuza devam edelim. Burası beş yıl kadar önce 4 genç öğretmenin yaşamdan kopmasıyla sonuçlanan feci bir trafik kazasının yaşandığı yerdir. Benzeri kazalar yaşanmasın diye bölünmüş yolun ortasına New Jersey tipi beton bariyerler kondu. Ama insanların hafızası zayıftır. Olayların çoğunu çabucak unuturlar. Buraya New Jersey bariyerlerinin neden konduğunu hatırlamayan bir sürücü, biz oraya gelmeden biraz önce, kendi kendine kaza yapmış 
Türkeli köyünün eski ismi Ayvasıl. Özellikle 50 yaşını aşmış Kıbrıslıların birçoğu burayı 63 olayları sonrası toplu katliam yapılan ilk yer olarak anımsar. Biraz ileride alt geçitten geçerek bugünkü adı Yılmazköy, eski ismi Şillura olan köye gelirsiniz. Burası Alayköy belediyesine bağlı. Köy meydanı denebilecek bir yere belediye bir park yapmış Güzel olmuş.
Parkın hemen kuzeybatı köşesindeki bir konut oldukça ilginç. Binaya kıbrıslıların “sündürme” dediği bir çardak eklenmiş. Eklenmesine eklenmiş ama,  sündürmenin çatısını taşıyacak olan direkler ev sahibine pahalı gelmiş olacak ki, çatıyı evin yanındaki elektrik direğinin  üzerine yerleştirmeyi tercih etmiş. Hem yasak, hem de tehlikeli bir uygulama.
Bu yolculukta  birçok ilginç manzaralar göreceğimiz kesin. Gelecek hafta devam etmek üzere herkese iyi bir hafta dilerim.