Merhaba sevgili Vatan okuyucuları. Hepinize iyi bir hafta dileyerek gezi notlarımıza geçen hafta bıraktığımız yerden devam ediyoruz.

NİJERYA: HER ŞEY SANAL. AMA BENZİN, SUDAN UCUZ
Ertesi gün TC Büyükelçiliğine gittim. Ticari ateşeye verdiğim evrakların akıbetini öğrenmek istiyordum. Ateşe beni her zaman olduğu gibi güleryüzle karşıladı. Kahve ikram etti.  Ben sormadan konuya girdi. “Sana hem iyi, hem de kötü haberlerim var” deyince ben: “Sürpriz oldu” dedim. “İyi haber almayı beklemiyordum.”
Ateşe önce kötü haberlerden başladı. “Maalesef  size bu evrakları veren kişinin firması sahte. Yani ödeme yapacak olan firma ortada yok. Gümrükten malları çekmek için kullandıkları evraklar da sahte.  Yani senin şirketinin ismini taşıyan şirket de burada kurulmuş değil. Ayrıca burada çeki kullanılan banka da sahte. Yani öyle bir banka yok. Her şey sanal”
Ben “Eğer bunların hepsi kötü haber ise, iyi haber nedir?” deyince ateşe:
“İşin iyi tarafı, sana verilen evraklar da sahte. Yani bu evraklar aslında başka kişi veya kurumlara verilip işlem yapmak için düzenlenmemiş. Sadece seni kandırmak için bu evraklar hazırlanmış ve sadece sana verilmiş. Başka kişi ve kurumlara karşı bir taahhüt altına girmemiş oluyorsun” deyince ben “Ohh be” deyip rahat bir nefes aldım. Ateşe devam etti: “Bu durumda benim tavsiyem, söz konusu kişilerle ticaret yapma girişimine devam etmemendir. Eğer onlardan alacağın varsa, kendilerini bulup alacağını talep etmeni de önermem. Doğrudan polise gidip şikayet etmen gerekiyor. Onlar ararlar, muhatap bulurlarsa sana haber verirler.
Ben “Anladım, çok teşekkür ederim. Ben artık gideyim. Nijeryadan ayrılmadan önce tekrar gelirim” deyip ayrılmak istedim. Ateşe:
“Bir dakika, size söylemeyi unutttum. Dün Türkiyeden bir iş adamı daha geldi. Güvenebileceği bir tercümana ihtiyacı var. Biraz sonra gelecek. Sizi tanıştırırım. Belki birbirinize faydanız olur” dedi. 
Beklerken havadan sudan konuştuk. Az sonra sözünü ettiği iş adamı geldi. Ateşe bizi tanıştırdı. Adı Mehmet ti.  Biraz konuştuk. Mehmet : “Bu akşam hep birlikte bir yemek yiyelim. Ateşe, sen, ben, elçiyi de çağıralım. Elçiliğin idari katibi de gelsin. Iyi bir akşam geçirelim” dedi. Ateşe olur deyince Mehmet: “Sen şimdi İKOYİ otele git. Benim bir işim var, onu yapayım. Ö.S. saat 2 de taksiyle  gelir seni alırım. Ben Holiday Inn’de kalıyorum. Birlikte benim otele gideriz. Ayrı otellerde  kalmaya gerek yok. Burada ne kadar kalacaksan, masraflarını ben öderim. Sen gittikten sonra allah kerim.” Dedi.  
Saat henüz 11 di. Abdul’la otele döndük. Ona durumu izah ettim. Ücretini ödeyip gönderdim.  O güne kadar otelden dışarıya çıkıp yürümemiştim. Taksiyle giderken köşede ALİTALİA’ nın ofisini görmüştüm. “Mehmet gelinceye kadar bilet konusunu halledeyim” diyerek yürümeye başladım.  Çoluk çocuk, kadın erkek, her zaman olduğu gibi bişeyler satmak için neredeyse üzerime hücum etmişti. Biraz dolaşıp küçük alışverişler yapmayı, Nijerya parasını öğrenmeyi düşünüyordum. Nijerya, İngiliz poundunu 1973 te terk edip metrik sisteme geçmiş. Ben orada iken, bir Amerikan doları 10 Nara (Nijerya Para birimi) civarındaydı. En küçük banknot 50 Kobo (Yarım Nara) ve en büyük banknot 50 Nara idi. Bu banknotlar şimdi çok büyük değişikliğe uğramıştır. Bugün 1 dolar 300 Nara’dan fazladır. Bir çocuktan küçük  bir şişe suyu aldım. Benden 10 nara istedi. Oteldeki fiyatlara göre pahalı sayılmazdı. Ama benzin fiyatlarıyla karşılaştırınca hayretten ağzım açık kalmıştı. Bir gün önce Abdul benzinciye gittiğinde fiyatlara dikkat etmiştim. Benzin, sudan ucuzdu….
Sokağın iki tarafında satıcılar sıralanmış bişeyler satmaya uğraşıyordu. Sokağın ucuna kadar gittim. Alitalia bürosuna girip gidiş dönüş biletimi gösterdim, dönüş için  rezervasyon yapmak istediğimi söyledim. 
Görevlilerin neredeyse tamamı yerli kızlardı. Biletimi inceledi, pasaportumu istedi. Verdim.  Biraz ilerdeki İtalyan tipli bir kadına gidip bişeyler konuştu. Birkaç dakika sonra geri gelip bana: “Siz buraya birkaç gün önce geldiniz. Biletiniz bir aylık kesilmiş. Bir ay dolmadan dönmek isterseniz, 1000 dolar fark ödemeniz gerekir” deyince başımdan aşağı kaynar sular dökülmüş gibi oldu. Bu memlekette fazla iş yapamayacağım neredeyse belli olmuştu. Hal böyle iken, hiç bişey yapmadan bir ayı geçirmeye çalışmak bayağı bir işkence olacaktı.. Burada karşılaştığım acayiplikler çabucak gözlerimin önünden geçti. Ama daha göreceğim çok acayip durumlar ve olaylar olduğunu yaşayarak görmek kısmette varmış. “Biraz düşüneyim, sonra gelirim” deyip dışarı çıktım. Köşede bir kadın şapka satıyordu.  Kapıdan çıkar çıkmaz karşıma dikildi:  “İyi günler sahip. Kadın ister misin?” 
Bu hiç aklıma gelmemişti. Çocukların bisküvi, su kağıt mendil; erkeklerin baston, şemsiye ve saat sattıklarını görmüştüm. Ama kadınların çeşitli eşyalar yanında kendilerini satma ihtimalini hiç düşünmemiştim. Hızla otele döndüm. Eşyalarımı alıp hesabı kestim. Lobide Mehmeti beklemeye başladım. Bu şehirde bir ay daha yaşamanın bir kabustan farklı olmayacağı belli olmuştu. Devamını haftaya paylaşmak üzere… 

İSTANBULDAN LEFKOŞAYA:  yoklanmadan geçen valizler
İstanbul Gümrüğünde  alıkonulan hesap makinasını geri almak için sınıf arkadaşım Hasan Keçeci ile birlikte çıktığımız Lefkoşa yolculuğunda, pasaportları da lokantada unutunca, hiç beklemediğimiz aksilikler yaşadıktan sonra Adana Şakirpaşa Havaalanında Meydan müdürünün odasında tekrar buluşmuştuk. 
Hasan: “Uçak rötar yaptı. Yarım saat öncesine kadar bir gözüm uçakta, bir gözüm kapıdaydı. Kapıdan girdiğini görsek, uçağı durduracaktık. Kısmet değilmiş. Bir sonraki uçak, öbürgün. Yarın Adanada gezeceğiz.  Sen ne yaptın?” deyince,
“Pasaportlar tamam. Lokantadaki görevlinin yanında beni bekliyordu ama yolculuk , en kötü yolculuklarımdan biri oldu. 2 otobüs çarpıştı,” deyince müdür  masasındaki gazeteyi uzattı. Kaza, resimlerle detaylı olarak anlatılmıştı. Gazetenin Manşeti de bu kazaya ayrılmıştı: “ 24 ölü,  36 yaralı”.
Müdür: “Maalesef ülkemizin gerçeği bu. Yapabileceğimiz bişey yok. Hasan senin belgeni gösterdi, Hesap makinası hazır. Tutanağı imzala, makinayı verelim” deyip bana bir kağıt uzattı. Yan taraftaki gümrükçüye de seslenip makinayı getirtti. 
Teşekkür edip makinayı aldım, ceketimin iç cebine yerleştirdim. Hasana” İstanbula varıncaya kadar artık cebimden çıkarmak yok. Gümrükçüler artık hesap makinası göremez” dedim. 
Uçağı kaçırmıştık. Tokalaşıp meydan müdüründen ayrıldık. Müdürün talimatıyla çağrılan taksiye bindik. Otele gittik. Ertesi gün şehirde oyalandık. Bir sonraki gün erkenden gelip havalanında uçağı beklemeye başladık.
O dönemde öğrenciler Kıbrıstan Türkiyeye giderken Sigara, Viski, Ridgeway kokulu çay, matchbox, kot pantolon  gibi emtia alıp İstanbuldaki alıcılara götürür, yol masraflarını çıkarırdı. Bazıları Türkiyeden Kıbrısa giderken plakçıların sipariş verdiği popüler plakları götürür, karşılığında plakçılardan üç-beş kuruş alırdı.
Her yolcunun 1 karton sigara, 1 viski geçirme hakkı vardı. Bazıları işi ticarete dökmüş, beş-on karton sigara ve bir o kadar da viski götürür, gümrükçüler fark etmezse veya göz yumarsa geçirerek iyi paralar kazanırdı. Biz de dönüşte birkaç sigara ve viski götürmek istiyorduk ama, gümrükçülerin el koymasından korkuyorduk. Dönüşte, meydan müdürünün bize kolaylık gösterip göstermeyeceği konusunda şüphedeydik. Fazla mal yüklenirsek, gümrükte el konur muydu, yoksa meydan müdürünün talimatıyla göz yumarlar mıydı. Eğer öyle bir durum olursa, meydan müdürüne de hediye vermemiz gerekmez miydi. Yoksa rüşvet sayıp sinirlenerek eşyalarımıza el koydurur muydu? Bu çelişkili düşünceleri, Adanada da, yolculuk sırasında da, Kıbrısta da, defalarca Hasanla tartıştık. En sonunda normal hakkımızın 3 katı eşya almayı, bunun üçte birini meydan müdürüne vererek diğer ikisini geçirebileceğimize inandık. Böylece eşyaları yüklenip dönüş yolculuğunu da Adana üzerinden yapmaya karar verdik. Verdiğimiz karara da uyduk. 3er karton sigara, üçer şişe viski alıp valizlere yerleştirdik. Döneceğimiz günü önceden meydan müdürüne söylemiştik. Büyük bir gerginlik içinde Adanaya vardık. O dönemde valizler  uçaktan indirilir,  orada bırakılırdı. Herkes kendi valizini alır, valizle birlikte pasaport ve gümrük kontroluna giderdi.
Uçak alana inip yolcuları boşaltmıştı. Biz de uçaktan inmiş, valizleri bekliyorduk. Bir anda meydan müdürü, iki polisle birlikte  yanımızda belirdi. Bizi kucakladı. Sordu: “Valizleriniz nerede?” Tam o anda, valizler de uçaktan indirilmişti. Gösterdik. Meydan müdürü beraberindeki polislere: “Gelin  oğlum, bu valizleri alın, benim odaya götürün” deyince polisler valizleri kaptılar, ne gümrük, ne yoklama, bizim valizler içeriye girmişti. O anda derin bir nefes aldık. O kadar tedirginlik yaşamıştık, sonuçta bir yerine 2 şişe viski geçirmiştik. İkimiz aynı anda birbirimize mırıldandık: “Keşke daha fazla getirseydik”. 

BİR  KÜLTÜR HAZİNESİ ve BİR SAVAŞ MEYDANI OLAN KULAKLI TEPEYE YOLCULUK
Lefkoşadan Akçiçek köyüne doğru olan yolculuğumuzda geçen hafta Yılmazköyde kalmıştık. Yılmazköyde Çamlıbel yolundan ayrılıp bugünkü adıyla Şirinevler, eski ismi Ayırmola olan köye  giden yol üzerinde görmeye değer birçok şey vardır. Herşeyden önce Mustafa Hacı Ali’ye ait Kırnı Piliçleri tarafından yapılmış olan yatırımlarının büyük bir kısmı bu bölgededir. Yol üzerinde bir de gölet yer almaktadır.  Son zamanlarda EZİÇ tarafından burada bir de Güneş Enerjisinden elektrik üreten tesis kurulmuştur.
Daha kuzeyde, Şirinevler köyünün içinden geçip Akçiçek  (Siskilip) köyüne varılır. Burası, daha önce söylediğimiz gibi, 1963-74 arasında Rum kesimi açısından çıkmaz sokaktı. Bu süre içerisinde Rumlar daha doğuya gidemedi. Kulaklı tepedeki Türk mevzileri, önlerinde geçilmez bir set olarak duruyordu. 1974 yılında da, birinci ve ikinci harekat arasındaki ateşkes döneminde  burada çok çetin savaşlar olmuştu. Her tarafta ateşkes olmuştu ama burada silahlar susmamıştı.   O günden bu güne kadar geçen 45 senede, o günlerin olumsuz sonuçları hala kendini göstermektedir. Akçiçek köyünde terk edilmiş  sahipsiz evler, sanki yıkılacakları günü bekliyormuş gibi ya tavanı çökmüş, ya duvarları eğilmiş yada yerle bir olmuş şekilde gelenlere o günleri hatırlatmaktadır.