Merhaba sevgili Vatan okuyucuları. Hepinize iyi bir hafta dileyerek gezi notlarımıza geçen hafta bıraktığımız yerden devam ediyoruz.

 BENZİN, SUDAN UCUZ. İNSAN HAYATININ HİÇ DEĞERİ YOK
Erken yolculuk yapıp 1000 dolar ödemek yerine, Mehmet’in tercümanlığını yaparak para harcamadan Nijerya’da bir ay kalmayı tercih etmiştim. O gün Mehmet’in kaldığı Holiday Inn hotele taşındım. Bu yazıda Mehmet’in ne iş yaptığını, kim olduğunu anlatacak değilim. Sadece birlikte yaşadıklarımızı anlatarak Lagos kentinin bundan 25 - 30 yıl yıl önceki durumunu anlatmaya çalışacağım.
O akşam, Lagos’taki TC büyükelçiliği mensuplarıyla yemeğe gittik. Büyükelçi resmi bir resepsiyona katılmak zorunda kaldığından bize katılamamıştı. Ben, Mehmet, Ticari ateşe ve idari katip, dördümüz birlikte elçilik binasının yanındaki bir Lübnan restorantına gittik. 
Ateşe yemekte bize Lagos’taki restorantlar ve yabancılarla ilgili bazı önemli bilgiler verdi. İş için veya gezmeye gelen yabancılar, otellerde verilen Nijerya yemeklerini genellikle beğenmezler. Ya Çin lokantalarında ya da Lübnan’lıların çalıştırdığı ve Akdeniz yemekleri çıkaran restorantlara giderler. Yabancı yatırımcılar genellikle Lagos’ta tutunamazlar. Lokantaların dışında çok az yabancı iş adamı bulunur. Onların da  önemli bir kısmı Hint’lidir. Nijerya’lılarla iş yaparken çok dikkatli olunuz. Ya sizi kandırmaya çalışırlar, ya da sizi kandıramayacaklarını anlarlarsa, kendilerin ele vermeyesiniz diye bir punduna getirip sizi içeri attırırlar. Dışarı çıkmanız da çok zor olur. Diye durumu bize özetledi.
Kebap çeşitlerinden sipariş verdik, neşeli bir şekilde yemeği bitirdik, kasaya doğru gittik. Mehmet ödemeyi kendi üstüne aldı. O ödeme işini yaparken, biz de kapının yanında onu bekliyorduk.  Yan masamızda oturan zenci bir grup da, yanımızdan geçip kapıya doğru yöneldi. Tam onlar geçerken, ateşe sarsıldı, yere düşecek gibi oldu. Koşup kendisini tuttuk. Ateşe sol eliyle sağ bileğini kavramış, ayakta durmaya çalışıyordu. Yüzü bembeyaz kesilmişti. Bileğine baktım, kanlar içineydi. Hemen bir sandalye çekip ateşeyi oturttuk. Yanımzıdan geçen zendi gruba bir göz attım. Bir tanesi fena fena bize bakıyor, bir taraftan da bir eliyle, diğer elindeki kanlı bıçağın üzerindeki kanları temizlemeye çalışıyordu.
Belli ki ateşeyi onlar bıçaklamıştı. Restorantın sahibine bağırıp zencileri işaret etmeye başladım.  Restorantın sahibi ateşenin elçilik görevlisi olduğunu biliyordu. Diplomatik bir kriz patlamak üzereydi. Hemen koşup zencilerin yanına gitti. Alçak sesle bişeyler konuştular, sonra zencileri gönderdi, bizim yanımıza geldi. 
“Çok üzgünüm. Bunlar serseri. Ama polis çağırırsak, diplomatik kriz çıkacak. Gazetelere düşeceksiniz. Adamlar hem saldırgan, hem de iftiracı. Güya ateşeniz o gruptaki kızlardan bir tanesini rahatsız etmiş., sarkıntılık yapmış. Aslında öyle olmadığını biliyorum ama işi uzatmak hem sizin hemde benim aleyhime olur. Dükaknım da geçici de olsa kapanır, sizin şerefiniz, devletinizin itibarı zedelenenir. Adamlardan yedikleri yemeklerin parasını bile almadım. Sırf olay büyümesin diye”
Ateşe: Restorantçı haklı arkadaşlar, olayı büyütmeyelim. Bunlarla uğraşılmaz. Yürüyün gidelim dedi. Ateşenin koluna girdik, elçiliğe kadar kendisini götürdük. Onları bırakıp otele döndük. Restorant sahibi olayı kapatmak için bizden de para almak istemedi ama ateşe ısrar etti. “Bedavacı durumuna düişmek bize yakışmaz” deyince Mehmet hesabı ödemişti. 
Mehmet, para harcamayı , gece hayatını, eğlenceyi seven birisiydi.  Otele varınca “ Ateşe bize Lagosu anlatmaya çalıştı. Analamaya anladık ama, anlatmasaydı da durumu anlayacaktık. Zenciler durumu uygulamalı oalrak gayet güzel özetlediler. 3 kuruş hesabı ödememek içi ateşenin atardamarını bileğinden kestiler. Farketmesek yarın ateşenin cenazesini kaldıracaktık” dedi.
Ertesi gün birileri Mehmeti ziyarete geldi. İş konuştuk ama olumlu bişey çıkmadı. Konuşmalardan anladığıma göre bişey çıkacağı da şüpheliydi. Birkaç gün değişik kişilerle görüştük. 

LAGOS: İNANILMAZ OLAYLARIN YAŞANDIĞI BİR ŞEHİR
Mehmet çok ilginç biriydi.Para harcamaktan, eğlenceden, kadınlardan hoşlanırdı ve bunu da sık sık dile getirirdi.  Bir gün tutturdu: “Yılan derisi alalım. Türkiyede iyi para eder. Oteldeki görevlilere bir sor bakalım, bildikleri bir yer var mı?” Resepsiyondaki  görevliye sordum. Bir yer tarif ettiler ama ikaz etmeyi unutmadılar: “Yalnız unutmayın. Yılan derisi bulundurmak, satmak, almak, taşımak yasaktır.  500 dolar cezası vardır.” Taksi tutup yola çıktık. Sıkışık sokakta ilerlerken taksi şofötü ansızın durdu. Aşağıya iniyordu, Mehmetin  işareti üzerine sordum: “Ne oldu, niye indin?” Adam cevap verdi: “İşendim, şimdi geliyorum” Adam bir kenara çekildi, işini gördü ve geldi, yola devam ettik. Lagos, inanılmaz olayların yaşandığı bir şehirdi. Sıkışık trafikte seyrederken, evlerden  birindeki bir levha dikkatimi çekti. “Dikkat, aslan var”. Bizdeki bazı evlerde kötü niyetli kişileri korkutmak için  astığımız “Dikkat, köpek var” levhası yerine orada aslanlara karşı geçenler uyarılıyordu.
Yarım saat kadar gittikten sonra şoför kenara çekip durdu. “Geldik”  deyip  bir dükkanı işaret etti.
Yanyana birkaç dükkan vardı. Önlerinde yaklaşık 1 metre yükseklikte bir kaldırım vardı. Basamaklardan çıkıp bir tanesine girdik. Dükkan boş görünüyordu. İçerde orta boylu bir adam vardı, koşarak geldi, ellerini oğuşturarak “Buyrun efendim, sizin için ne yapabilirim” diye sordu. Ben: “Yıln derileriyle ilgileniyoruz” deyince şüpheyle bizi inceledi. Sonra : “Nerelisiniz” diye sordu. Bizi tanımak için birkaç soru daha sordu, sonra zararlı biri olmadığımıza kanaat getirmiş olacakki, “Afrikanın en iyi yılan derileri, fil dişleri burada efendim” deyip  duvarları kaplayan perdeleri açıverdi. Duvarlar raflarla doluydu ve rafların üzerinde rolo halinde sarılmış kocaman yılan derileriyle bembeyaz fildişleri duruyordu.
Birkaç rulo indirip açınca, gözlerimize inanamadık.  Herbiri yaklaşık 5 metre boyunda ve 60-70 cm genişlikteydi. Koridorlara döşenen yolluk halılar gibiydi. Tüccar:
“Herkese güvenemiyoruz. Ne de olsa yaptığımız iş yasak. Gerçi içerde tanıdıklarımız var bizi korurlar ama gene de tedbirli olmak lazım. “ deyip, ilave açıklamalar yaptı: “Köylerde 30 dolara satılan bir yılan derisi, Avrupadaki son kullanıcıya gidinceye kadar fiyatı 15 000 dolara kadar çıkabiliyor. Üstelik yasaklanmış olan bir ticarettir. Çünkü sayısız yılan, henüz üreme çağına gelmeden para kazanmak uğruna öldürülüyor. Bu gidişle yılanların soyu kuruyacak, biz de işsiz kalacağız. Ben dükkanıma küçük yılan derisi koymam. Bakın, herbiri neredeyse  5 metre.”
Bu giriş taksiminden sonra ne almak istediğimizi sordu. Mehmet uygun fiyat olursa birkaç tane yılan derisi alacağım deynce dükkan sahibi on dakika kadar daha dil döktükten sonra fiyatı söyledi. Mehmetin söylediklerini tecüme ettim: “Tamam, biz bir süre daha buradayız. Düşünelim, gitmeden birkaç gün önce tekrar gelir alırız.  Gümrüktengeçirebileceğimizden emin olmam gerek”
Dükkan sahibi hemen uzun bir kompozisyon daha anlattı.  “Aman efendim, hiç şüphe etmeyiniz. Benim dükkanımdan mal alanlar ş,mdiye kadar hiç pişman olmadı. Siz gelirken pasaportlarınızı da getirin. Ben pasaport numaralarınızı gümrüğe bildireceğim. Siz gittiğiniz zaman gümrükçüler derileri benden aldığınızı anlayacaklar, elinizi kolunuz sallayarak gümrükten  geçip sağ salim memleketinize gideceksiniz. Hiö merak etmeyin” diye gücünün sınırlarını bize hatırlattı. Birkaç güm sonra görüşmek üzere  ayrıldık. 
Yol gene kalabalıktı. Yolun her iki tarafında manavlar, restorantlar (?), alışverşten dönen kasınlı erkekli gruplar… En çok tuhafıma giden, o zaman benim için farklı  olan şeyler, mangalda muz kebabı ile tatlı  (şekerli) patateslerdi. Bir de aldıkları ürünleri başlarının üzerinde taşıyan kadınlar oldukça ilginç gelmişti. Mehmet: “Elçilikteki ateşeye bir sorayım, bakalım bu yılan derisi işine ne diyecek” dedi. Anlaşılan çevredeki kalabalık, kafasının üzerinde eşya taşıyan kadınlar, sokakta mangal üzerinde muz kebabı yapanlar onun ilgisini çekmemişti. Ben sokaktaki ilginç ürün  ve gelenekleri, o ise yılan derisini düşünerek, taksinin gidebileceği hız en fazla saatte 5 km olarak, yolumuza devam ediyorduk. (DEVAMI HAFTAYA) 

KULAKLITEPE’DEN GORNO’ YA    
Lefkoşa’dan Kulaklıtepe’ye olan yolculuğumuzu tamamladıktan sonra buradan Karşıyaka’nın güney tarafında bulunan vebölgenin en yüksek tepesi olan,  Gorno’ya devam ettik. Kulaklıtepeden Gornoya iki farklı güzergah kullanıarak gidebilirsiniz. Bunlardan birisi Akçiçekten Şirinevler köyüne  dönüp , Yılmazköye girmeden batıya doğru dönerek  Çamlıbel yoluna varmadan Kozan köy yolunu takip ederek köye varmaktır. Bu güzegahta, görmeye değer çok ilginç coğrafik şekiller vardır. Bunlardan bir tanesi yolun kenarında yükselen piramit şeklinde bir tepedir. Bu tepeyi görenler, acaba Mısırlılar buraya da gelip piramit mi yaptılar diye sormaktan kendini alamıyor.
Bu yolun önemli bir bölümü  bozuk olup  yolculuk bayağı uzun sürmektedir. Alternatif olarak Akçiçek – Alemdağ – Kozan güzergakı kullanılarak Gorno tepesine gidilebilir. Kozan Karıyaka yolu, Gorno tepesine giderken kullanılabilecek tek güzerghtır.  Geçen hafta da yazdığımız gibi 1974 yılında iki harekat arasında  birçok yerde ateşkes  uygulanırken, Bilelle köyününün batısında, Kuzeyde Laptaya kadar, Beşparmak dağları üzerinde  silahlar hiç susmamış, çetin savaşlar devam etmişti. Bu svaşlar sırasında şehit olan  İsmail Hakkı Gedik’in  mezarı Akçiçek – Alemdağ yolu üzerinde    görülmektedir.
Gorno dediğimiz tepe, Beşparmak dağlarının en batıdaki yğksek burnudur. Bu tepe, Laptalıların hava tahmini yapmak için kullandıkları bir tepedir. Bu tepeye yaptığımız yolculuğa gelecek hafta devam etmek üzere hepinize iyi bir hafta dilerim.