Merhaba sevgili Vatan okuyucuları. Hepinize iyi bir hafta dileyerek gezi notlarımıza yedinci hafta  bıraktığımız yerden devam ediyoruz.

ELİNİZİ KOLUNUZU SALALYARAK GÜMRÜKTEN GEÇMEK
Akşam üzeri Mehmetin iş yapmaya çalıştığı Nijeryalılarla buluştuk.  Uzun süre iş konuştuktan sonra  hep birlikte  oteldeki çin lokantasına gittik. Yemekler geldi, Mehmet her zaman olduğu gibi bol bol acı biber sosu tüketmeye başladı. Aynı zamanda, neden acı biber sosu yediğini de Nijeryalılara anlatmaya çalışıyordu. Tepeleme acı biber sosu dolu tatlı kaşığını göstererek yarım yamalak İngilizcesi ile “If you eat this, no aids” diyerek onlara da acı biber sosu yemelerini öneriyordu. Nijeryalılardan biri: “Sen bibere fazla güvenme, ilişkine dikkat et, daha garanti yoldur “ diyerek onun fikirlerine katılmadığını ifade etti. Mehmet bana: “Bunlara bir sor bakalım, yılan derisi tüccarının verdiği garantiye ne diyecekler”
Nijeryalılar Mehmetin ne söylediğini merak etmişler, yüzüme bakıyordu. Durumu açıkladım ve görüşlerini sordum. Bir tanesi yanıtladı: ‘Daha önce de benzer alışverişler olmuş. Adam sizin pasaport numaranızı ve uçuş bilgileriniz alıyor, gümrükteki bir tanıdığına ihbar ediyor. Siz pasaportunuzu uzattığınız anda eşyalarınız hemen yoklamaya alınıyor. Yılan derileri yada fildişleri ortaya çıkıyor. İhbarı alan gümrükçü sizi hemen odasına çekiyor. Size seçenek sunuyor. “Yılan derisi ticareti suçtur. 500 dolar para cezası ve hapisliği vardır. İsterseniz tutanak yapalım. Isterseniz bana 100 dolar verin, tutanak yapmayız, elinizi kolunuzu sallayarak yolculuğunuza devam edersiniz. Her iki halde de yılan derilerine el koymak zorundayız” Tabii ki kimse 500 dolar para cezasını ve hapisliği tercih etmez. Elleri boş olarak, ellerini sallaya sallaya Nijeryadan gider. Gümrükçü 100 doları alır, cebine atar. Yılan derisini de gerisin geriye ihbarı yapan tüccara gönderir. Böylece aynı yılan derisi belki de 100 defa satılır.’
Adam gayet  güzel anlatmıştı. Ben de, mehmet de durumu anlamıştık. Bu durumda Mehmet yılan derisi almaktan vaz geçti.
O gece de iş adamlarıyla yapılan görüşmeden bir sonuç çıkmamıştı. Mehmet de artık Nijeryalılarla iş yapmaktan ümidini kesmişti. 

CAMLAR DIŞARIDAN BUĞULANIYOR- OTELLERDE İLGİNÇ  UYGULAMALAR
O sabah hava fırtınalıydı. Otelin baçesindeki şemsiyeler neredeyse uçacaktı. Cama yaklaştım. Dışarıda müthiş bir fırtınanın olduğu belliydi ama cam buğulu olduğundan dışarısı iyi görünmüyordu. Elimi uzattım, avucumun içiyle camdaki buğuları silmek istedim. Ama gözlerime inanamadım. Buğular silinmiyordu. O zaman gördüm ki, buğular camın iç yüzeyinde değil, dışarıya bakan yüzündeydi. Bu durum, Kıbrısta alıştığımız bir durum değildi.Hayatımda camların dış taraftan buğulandığını ilk defa görüyordum. Neden böyle olduğunu düşünmeye başladım. Çözümü çok uzun sürmedi. Nijerya tropikal bir iklimdeydi. Hava her zaman sıcaktı.  Otel klimalı olduğundan odaların içi dışarıdan daha soğuktu. Buğular sıcak yüzeylerde oluştuğundan dış taraftan buğulanmıştı. Bu da Nijerya yolculuğunun ilginç anılarından biri olmuştu.
Akşam üzeri  hafif ateşim çıktığını hissettim. Belki geçer diye bekledim ama saat 20 civarında geçmediğini görünce otelin doktoruna gitmeye karar verdim. Otelde, müşteriler için 24 saat görevli doktor vardı. İnsan yaşamının zerre kadar değeri olmadığı bu ülkede, oteldeki bu uygulamayı hala takdir ediyorum. Turizmle kalkınmaya çalışan ülkemizde bu konuda 30 yıl öncesinin Nijerysına göre  maalesef geri durumdayız.  Lagosta, konaklama sektöründeki ilginçlik sadece bu kadar değildir.  Oteller yabancılara daha yüksek, Nijerya vatandaşlarına daha ucuz fiyattan veriliyordu. Çünkü devlet, vatandaşın fakir olduğunu biliyor, iş takibi için köylerden gelenlerin otellerde konaklayabilmesini kolaylaştırmaya çalışıyordu. Şu şartla ki, yabancıların konakladığı otellere, otel müşterisi olmayan yerli vatandaşlar alınmıyordu. Bunun da sebebi, para karşılığı fuhuş yapmalarını engellemekti. Daha önce anlattığım gibi sokakta kendilerini pazarlayan kadınlar, otellere girip  müşteri arayabilirlerdi. 
Doktor meselesine geri dönecek olursak, dayanamayıp otelin doktoruna gittim. Uzun süre muayene etti, ciğerlerimi dinledi, birkaç kez ateşimi ölçtü, sonra bana: “Daha önce tropikal bir ülkeye seyahat ettinmi, benzeri bir durum yaşadınmı?” diye sordu. İlk defa tropikal iklimdeki bir ülkede bulunudğumu söyleyince bana: “Seni kontol altında tutmamız gerekiyor. Seni otelin revirine yatırayım, sabaha kadar orada yat, eğer ateşin düşmezse seni hastaneye sevk edeyim. Sıtma olmasın. Emin olalım” deyince moralim bozuldu. Hastaneye gidersem, biraz zor çıkacağımı hemen anlamıştım. “Sen bana ateş düşürücü bişey ver, onu kullandıktan sonra ateşim düşmezse yarın sabah gelirim, o zaman sizin söylediğinizi uygulayalım” dedim
Kabul edeceğini ummamıştım ama bana 4 tane ateş düşürücü hap verdi.  2 defada kullanmamı, eteş düşmezse ertesi sabah kendisine gelmemi söyledi. Rapor tanzim etti, imzalayıp  çıktım. Bir daha da oraya uğramamak düşüncesiyle ayrıldım. Zaten haplar etkisini göstermiş, gerek de kalmamıştı.
Ordan oraya koşuşmaktan,  hiç farkında olmamıştık ama, benim gelişimin üzerinden neredeyse bir ay geçmişti. Mehmetin bileti haftalıktı. Artık bir engelle karşılaşmadan geri dönebilirdik. İkimiz de, iş yapmak ümidiyle Nijeryaya gelip boşuna zaman, para ve effort harcadığımıza pişman olmuştuk. Mehmet bu pişmanlığın acısını bir şekilde çıkarmayı kafasına koymuştu. Hatıra bişeyler almak için son olarak sokağa çıktık.
Sokak satıcılarından saat almak istedi. Ben kendisine: “Napıyorsun Mehmet, bu satıcıların sattığı saatler muhtemelen taklittir. Vazgeç” dediysem de  dinletemedim. Tam hatırlamıyorum ama  aldığı saatlerin tplamı birkaçyüz dolar vardı. Sıra  ödemeye gelince Mehmet cebinden bir deste TL banknot çıkardı. İçinden bir tane 1000 liralık banknot çıkarıp “No dollars. Yes Turkish lira”  deyip satıcıya uzattı. Satıcı, 1000 rakamını görünce gözleri faltaşı gibi açılmıştı. Aldı, evirdi  çevirdi, bunu alırım ama, üstünü ödeyemem  deyince Mehmet,”Üstü kalsın, üstü kalsın” diyerek yürümeye başladı. Adam da elindeki banknotu öpüp, cüzdanını çıkardı, cüzdanın en güvenli yerine TL yi yerleştirip arkamızdan el sallamayı ihmal etmedi. O günlerde 1 dolar 4000 TL civarında idi. Yani birkaçyüz dolarlık (!) malı, Mehmet  25 cent ödeyerek almıştı. İki cambaz bir ipte oynamaya çalışmıştı. Mehmet, saatlerin sahte olduğunu anladığı zaman, 1000 TL nin boşa gittiğini ve bu işten kimsenin kazançlı çıkmadığını anlayacaktı.
1000 TL ödeyip birkaçyüz dolarlık saat alan (!) Mehmet, henüz hıncını alamamıştı. Otelden ayrılacağımız gün eşyaları topladık. Resepsiyona gittik, Mehmet hesabı kapattı, “Gel son kez çin lokantasında bir yemek yiyelim” dedi. Kafasına koymuştu, otele kazık atacaktı. Yemeği yedik,  hesabı istedi. Garson hesabı getirdi, Mehmet “Odanın hesabına yazın” deyip faturaya oda numarasını yazarak imzaladı. Bana, hadi kalk. Acele oteli terk edelim” dedi.  Son yemeği, otel idaresine ödetme konusunda kararlıydı. Hemen odaya çıktık.  Bavulları toplayıp aşağıya indik. Çıkış kapısına yöneldik. kimse bize bişey söylemedi. Ama tam otelin çıkışındaki döner kapıya gelmiştik ki, arkamızdan bir görevlinin  “Sir, sir” diye bağırarak bize doğru koşmakta olduğunu fark ettik. Bu plan da suya düşmüş, Mehmetin hevesi kursağında kalmıştı. Çin lokantasından gelen hesabı ödedi, otelden ayrılıp Havaalanına doğru yola çıktık.

DÖNÜŞ YOLUNDA İNSANLIK AYIBI
Istanbuldan Lagos’a giderken, Romada mola vermiştik.  Türk pasaportuyla içeri girmeme izin verilmiş, sorun çıkmamıştı. Lagostan dönüşte tam tersi bir durum yaşadık.  Transit yolcuları terminal binasına bile almadılar. Birkaç saat uçakta bekledikten sonra Lagos – Roma uçağından alınıp Roma – İstanbul uçağına aktarıldık.  Diğer ülkelere gidecek olan yolcular da aynı uygulamaya tabi tutuldu. Lagostan gelen vizeli İtalya yolcuları ise Nijeryaya geri gönderildi.
Böyle bir uygulamayla hiçbir yolculukta karşılaşmamıştım. İnsanların böyle bir muameleye tabi tutulması akıl alır gibi değildi. Bu da, ilginç geçen Nijerya yolculuğumun son ve en dramatik bir anısı olarak hafızama yerleşmişti. Birkaç gün İstanbulda kaldıktan sonra Kıbrısa geri döndüm.  Hayatımın en kötü dış yolculuklarından biri, Nijeryadaki bir aylık yolculuk,  bu şekilde başlayıp bitmişti.
Haftaya yeni bir yolculukta buluşmak üzere.

KULAKLITEPEDEN  GORNO’ YA
Kulaklı tepeden Akçiçeğe ve oradan Kozan üzerinden Karşıyakaya giden yol, Kuzey Kıbrıs’ın en güzel ve ilginç güzergahlarından biridir. Akçiçekten doğu istikametinde dağın zirvesinden giden yol St Hilariona  oradan da Ciklosa ve Girneye giderken, Kozanköyün batısından dağın zirvesini takibeden yol da “tankın olduğu yere” gitmektedir. Batı istikametinde devam eden yol daha sonra kuzeye kıvrılarak Karşıyakaya ve Akdenize ulaşmaktadır.
Akçiçekten sonra Alemdağ köyünden geçilip Kozana varılır. Kozanda eskiden taş ocağı işletmeciliği yapılıyordu. Bir seferinde yanlış patlatma sonucu kayalar köydeki evlere düşünce işletmecinin ruhsatı iptal edilmiş. Ocak da olduğu gibi kalmış. 
Bökgedeki ilginç bir nokta da, Beşparmak dağlarının zirvesinde duran tanktır. 
 Tankın hikayesi   şu şekildedir:
Buraları  daha önce de söylediğimiz gibi , 1974  savaşlarında çok kanlı çarpışmaların olduğu bir yerdir. 02 Ağustos 1974 günü yapılan Lapta muharebelerinde, düşmanı yan ve gerisinden vurmak için görevlendirilen Özel Görev Kuvvetine mensup bu tank, St. Hilarion bölgesinden dar ve namüsait bir yolu kullanarak ve karanlığa sarkan bir zamanda (Saat 21:15 sıralarında) buraya kadar gelmiş ve düşmanın yol üzerine döşediği mayına basması sonucu tahrip olmuş, bilahare arkadaki diğer bir tank tarafından da, yolun açılması maksadıyla buraya itilmiştir. Burası daha sonra bir anıt haline getirilmiş ve buradaki yazılar   anıta   yazılmıştır.
Jeolojik açıdan da bölgede ilginç yapılar vardır. Kozanköyün hemen üst başında, Beşparmak dağları enteresan bir şekilde Jeolojik olarak tahribata uğramıştır. Sanki bir dev yaratık eline bıçağı almış ve pasta keser gibi koca dağı dilimlemiştir. Resimde bu parçalı yapı gayet güzel görünmektedir.
Kozan’I geçip batıya doğru ilerleyince yolun kenarında durup çevreye bir göz atarsanız, nekadar güzel bir güzergahta bulunduğunuzu hemen anlayacaksınız. Manzara o kadar güzeldir ki, muhakkak buraları resimlemek isteyeceksiniz.  Asırlık zeytin ağaçları açısından buraları zengindir. Batıya doğru baktığınızda Geçitköy göletinin buralara  sadece görünüş olarak değil, ekolojik olarak da ne kattığını hemen fark edersiniz. Ama durum sadece bundan ibaret değildir. Gözlerinizi biraz daha uzaklara, biraz da güneybatıya çevirirseniz, Gemikonağı körfezini de parlayan bir ayna gibi fark edeceksiniz. Kuzey tarafta ise Gorno tepesi yıkılmaz bir kale gibi, bütün ihtişamıyla durmaktadır.   Gorno tepesi, Lapta ve çevresi için çok önemlidir. Burası  doğal bir meteoroloji istasyonu gibidir. Köylüler bu tepeye bakıp yağmur yağıp yağmayacağı konusunda bilgi sahibi olmaktadır. Özet olarak, Gorno  burnunda yağmur  bulutu varsa, Laptaya yağmur yağacak demektir. Köylüler ona göre hazırlanmakta, kendilerini  yağmurun olumsuz etkilerinden korumaya çalışmaktadır. Peki,  bu devirde bu ilkel yönteme ne kadar güvenilir, yanılma payı veya isabet yüzdesi kaçtır” derseniz, şunu söyleyebilirim: Benim gözlemlerim şunu göstermiştir: Şİmdiye kadar hiç yanılmadı.
Gorno tepesiyle ilgili daha fazla deneyimleri gelecek hafta paylaşmak üzere, tüm okurlara iyi bir hafta diliyorum.