Yunanistan’ı unutmamalıyız…Gerçi kendi başına kalırsa önemsiz bir ülkedir; ama kuvvetli bir düşman elinde fesat aleti haline gelir. Yunan devlet adamları ve Giritli Rumlar, Girit’i Yunanistan’a ilhak etmek için, Giritli Türklere karşı silahlı saldırılara başladıkları günden, ilhakın gerçekleştiği güne kadar geçen süreçte ( 1821- 1913 ) izledikleri politika, uyguladıkları taktikler, metodlar ve batılı büyük devletlerden beklentileri ile kanayan ve devası olmayan kangrenleşmiş bir yara görünümünde hala devam eden Kıbrıs’ta, ENOSİS’i gerçekleştirmek için, Rum-Yunan ikilisinin izledikleri politika, uyguladıkları hukuk dışı yollar, yöntemler ve türlü propaganda usulleri arasında çok büyük benzerlikler vardır.
Denilebilir ki, Girit’in Yunanistan’a ilhak edilmesinde izlenen politika, adeta, Kıbrıs’ta Rumların verdikleri ENOSİS mücadelesinin alt yapısını oluşturmuştur. Bir başka deyişle, Kıbrıs uyuşmazlığı Girit’in Yunanistan’a ilhakının ikizi gibidir. Bu iki adanın kader çizgilerindeki benzerlikler dikkate alınarak yapılacak araştırma ve incelemelerin Kıbrıs uyuşmazlığına çözüm arayışında yarar sağlayacak ve Yunan emperyalizminin uyguladığı yöntemleri öğretici olacaktır.
Yunanistan’ın tarih sahnesine egemen bir devler olarak çıkışı:
Osmanlı İmparatorluğu Yunanistan’ın işgaline 1491’de başlamış ve 1503’de ülkenin tamamı fethedilmiştir. Mora Yarımadası Rumeli Beylerbeyliği’ne; Ege Adaları Kaptan-ı Derya’nın sorumluluğuna verilmişti.
Üç yüz otuz sene Osmanlı’nın hükümranlığı altında kalan Yunanistan, Edirne Muahedesi’nin imzalandığı 1829’a kadar, dünya coğrafyasında mevcut değildi. Yunanistan’ın tarih sahnesine egemen bir devler olarak çıkması kendi olanak ve yetenekleri ile olmamış; zamanın büyük devletleri Çarlık Rusya, İngiltere, Fransa ve Avusturya’nın birlikte Osmanlı İmparatorluğu’na yaptıkları ağır siyasi, ekonomik, askeri baskılar ve her zaman Yunanistan’ı koruyup himaye etmeleri, ona her koşulda ve her alanda sağladıkları destek sonucu mümkün olmuştur.
Sıcak denizlere açılmayı ulusal politikasının değişmeyen hedefi haline getiren Çarlık Rusya, 1774’de imzalanan Kaynarca Muahedesi ile Osmanlı topraklarında yaşayan Ortodoks ahalinin koruması hakkını elde ettikten sonra, “ hasta adam” olarak nitelendirdiği Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalamak ve onu zayıf düşürüp kendisine tabi kılma gayretlerini artırmıştı. Bu amaçla, Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde yaşayan değişik etnik yapıdaki Hristiyan ahaliyi örgütleyip, her alanda destekleyerek Osmanlı Devleti’ne karşı ayaklanmaya teşvik ediyordu.
Bu süreçte Yunanlılar, Çarlık Rusya’nın himayesinde ve onun sağladığı destekle kurdukları Etniki Ederiya’nın öncülüğünde, 1821’de, Mora’da Osmanlı Devleti’ne karşı bir isyan başlatmışlardı. Osmanlı topraklarından pay alma peşinde koşan batılı büyük devletler ( İngiltere, Fransa, Avusturya) Çarlık Rusya ile birlikte hareket ederek Yunanlılara gereken her türlü desteği veriyorlardı.
Osmanlı ordusunun 1825’de asileri ezdiği ve isyanı bastırdığı bir sırada, başta Çarlık Rusya olduğu halde İngiltere ile Fransa, Yunanistan’a özerklik verilmesi hususunda Osmanlı Devleti üzerinde baskılarını artırmışlardı. İsteklerinin reddedilmesi üzerine Çarlık Rusya, İngiltere ve Fransa’nın donanmaları bir araya gelerek, ortada hiçbir sebep yokken ve savaş ilan etmeden, Navarin limanında demirli bulunan, yelkenleri indirilmiş, Osmanlı donanmasını yaktılar (1827
). Bununla da yetinmeyen Çarlık Rusya, kalleşçe yapılan bu saldırının ardından, 26 Eylül 1828’de Osmanlı Devleti’ne harp ilan ederek
 Balkanlar’da taarruza başladı.
O tarihlerde lağvedilen Yeniçeri Ocağı’nın yerine kurulan Nizam-ı Cedit ordusu henüz daha harbe hazır hale getirilememişti. Yine o dönemde Navarin’de donanması yakılan Osmanlı devleti deniz gücünden yoksun bulunuyordu. Bu savaşta çok ağır koşullar altında muharebe eden; tarihinin en zor dönemini yaşayan ve yapa yalınız kalan Osmanlı Devleti, Çarlık Rusya’ya mağlup olmuştu. Harbin sonunda imzalanan Edirne Muahedesi ile Babıali, Yunan Devleti’nin kurulmasını kabul etmiş ( 1829 ); batılı büyük devletlerin katılımıyla 1830’da imzalanan Londra Protokolü esasları çerçevesinde yüzölçümü 47510 km. kare olan Mora ve Atik Yarımadaları ile Eğriboz adası ve Siklât adaları üzerinde, yaklaşık 850000 nüfusu ile egemen bir Yunan Devleti kuruldu.

Tarih sahnesine egemen bir devlet olarak çıktığı günden beri Yunanistan, ulusal politikasını üç temel esas üzerine oturtmuştur. 
 1.Megali İdea;      2.Türk düşmanlığı;    3.Sorunlarının hallinde batılı büyük devletlerin himayesine ve desteğine sığınmak.
Egemenliğini kazanan bu küçük devlet, uluslararası ortamı; her zaman ve her koşulda, ona destek veren ve onu himaye eden batılı büyük devletleri ustalıkla kullanarak ve desteklerini arkasına alarak Osmanlı İmparatorluğu gibi kendisinden katbekat üstün olan bir ülkeden, değişik zamanlarda toprak alıp, 117 senede sınırlarını 47516 km. kareden, 132562 km. kareye çıkarmıştır. Kısaca denilebilir ki, Yunan devlet adamlarının izledikleri emperyalist yayılmacı ulusal politika, başlangıçta Osmanlı İmparatorluğu ile Yunanistan ve daha sonra Türkiye ile Yunanistan arasında yer alan bütün uyuşmazlıkların yegâne kaynağı olmuştur.
Açgözlü Yunan yayılmacılığı:
Kendilerini kadim ( eski ) Yunanın ve Bizans’ın varisi olduklarına inandıran ve Megali İdea’yı düstur edinen Yunanlılar, egemen bir devlet oldukları günden itibaren gözlerini Osmanlı İmparatorluğu’nun topraklarına dikmişler, “ erzak ambarına girmiş arsız fare gibi Osmanlı İmparatorluğu’nun topraklarını durmadan kemirmişlerdir.”(3)   Amaçları, Yunanistan’ın sınırları dışında kalan Helenleri kurtarmak, ana vatan Yunanistan ile birleştirmek, çevresindeki bütün topraklara, adalara, denizlere hükümran olmak ve Bizans toprakları üzerinde  “Büyük Helen İmparatorluğu”nu kurmaktı. Bu hedefe ulaşmak için Yunanistan, batılı büyük devletlerin himayesinde ve onların her alanda verdikleri destekle, planlı ve programlı bir şekilde çalışarak, Osmanlı’nın en zayıf olduğu zamanlarda ortaya çıkan fırsatları çok iyi değerlendirerek, değişik zaman dilimleri içinde, Megali İdea’nın öngördüğü hedefleri birer birer ele geçirip topraklarını 117 senede üç katına çıkarmıştır.
Bir asırdan fazla devam eden genişleme sürecinde yunan emperyalizminin merhalelerini çok kısa bir şekilde, kronolojik olarak aşağıda görüldüğü şekilde sıralamak mümkündür:
“ 14 Eylül1829: Edirne’de Osmanlı – Rus barış Antlaşması imzalandı ve Osmanlı Devlet’i bağımsız bir Yunan Devleti’nin kurulmasını kabul etti. ( Md. 10 )
26 Nisan 1830: Londra Protokolü ile Mora ve çevresinde Yunanistan Kuruldu.
8 Nisan 1865: Osmanlı ile İngiltere arasında imzalanan İstanbul Antlaşması ile Adriyetik’teki 7 ada ( İngiliz idaresindeki İonien Adaları ) Yunanistan’a verildi. Yunanistan’nın yüzölçümü % 5.3 artarak 50211km. kare oldu. 
2 Temmuz 1881: İstanbul Antlaşmasıyla Tesalya ve Epir’in Narda bölümü Yunanistan’a verildi. Yunanistan’ın yüzölçümü % 33.9 artarak 67272 km. kare oldu.
30 Mayıs 1913: Londra Barış Antlaşmasıyla Selanik, Güney Makedonya’nın bir bölümü ve Girit Yunanistan’a verildi. Yunanistan’ın toprakları % 44.6 artarak yüzölçümü 97220 km. kare oldu.
10 Ağustos 1913: Bükreş Antlaşması ile Drama, Kavala ve çevresi Yunanistan’a verildi. Yunanistan’nın yüzölçümü % 5.6 artarak yüzölçümü 102730 km. kare oldu.
13 Şubat 1914: Londra Büyük Elçiler Konferansıyla Semadirek, Limni, Midilli, Sisam vb. Kuzey Ege Adaları Yunanistan’a verildi. ( Gökçeada, Bozcaada, Menteşe Adaları, Rodos ve Meis hariç ) Yunanistan’ın yüzölçümü % 5.4 artarak 108311 km. kare oldu.
27 Kasım 1919: Neuily Antlaşmasıyla Batı Trakya Bulgaristan’dan alınıp Yunanistan’a verildi. Yunanistan’ın toprakları %19.9 artarak yüzölçümü 129880 km. kare oldu.
15 Mayıs 1919: Kısa zamanda topraklarını % 100 genişleten Yunanistan gözlerini Batı Anadolu’ya dikmişti. Yunanistan’ın emeli büyüktü. Ulus devlet çağında, İmparatorluk kurmaya özenmiş ve bu büyük yayılma emelini devlet politikası yapmıştı. Gerçek emeli, Batı Anadolu’dan başka, İstanbul ve Çanakkale Boğazları ile Doğu Akdeniz Havzası’nı da kapsıyordu. Bu amaçla Yunanistan Batı Anadolu’yu işgale kalkmış ve ordusunu İzmir’e çıkarmıştı. Ankara önlerine gelen Yunan ordusu karşısında büyük komutan Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü buldu. Yunanistan’ın hesapları Anadolu’da altüst oldu. Yüzyıldır engellenemeyen yunan yayılmacılığı ve Megali İdea ülküsü ilk defa Sakarya’da durduruldu; Dumlupınar’da bozguna uğratıldı; Megali İdea, Kuvayımilliye karşısında yenik düştü. Lozan’da, uzun ve çetin bir diplomatik mücadelenin sonunda Türkiye ile Yunanistan arasında bir denge kuruldu.
Atatürk sağ kaldıkça Türk - Yunan barış dengesi ayakta kaldı. Megali İdea’dan pek ses seda çıkmadı. Atatürk’ün ölümünden ve İkinci Dünya Harbi’nin başlamasından sonra Megali İdea tekrar dirildi. Bu defa Yunanistan gözlerini On İki Ada’ya ( Menteşe Adaları ) ve Kıbrıs’a dikmişti.
10 Şubat 1947: Paris Barış Antlaşması ile Menteşe Adaları ve Meis Yunanistan’a verildi. Yunanistan’ın topraklarının yüzölçümü %2 artarak 132562 Km. kare oldu. Böylece Lozan’da kurulan Türk – Yunan dengesi bozuldu.” (4)
Batılı büyük devletlerin desteğini arkasına alarak topraklarını genişletmeyi bir Helen geleneği haline getiren Yunanistan, Kıbrıs’ı, dedelerinden miras kalmış bir Helen toprağı; burada yaşayan Türk halkını da Osmanlı’dan arta kalmış bir azınlık olarak görüyor ve adadaki nüfusun çoğunluğunu Rumların oluşturduğunu ileri sürerek Kıbrıs’ı basit bir “ azınlık-çoğunluk” meselesine indirgeyip adayı, Girit misali topraklarına katmayı hedefliyordu. On İki Ada’nın ilhakından cesaret alarak, 1950’de Kıbrıs’ı ilhak etmek amacıyla, adada EOKA yeraltı örgütünü kurarak bir ENOSİS savaşı başlatmıştı.
Türkiye ile Kıbrıs Türkleri ise, Anadolu’nun güney sahillerinden 70 km. uzakta bulunan Kıbrıs’ı, Türkiye’nin ulusal güvenliği içinde; onun ayrılmaz bir parçası; olmazsa olmazı ve Kıbrıs  Türk halkının adada bekasının ( varlığının devamı) temeli olarak değerlendirmişlerdi. Bundan dolayı Kıbrıs, Türkiye ile Kıbrıs Türk halkı için bir “ azınlık-çoğunluk” meselesi olmayıp, Kıbrıs’ta Türk halkının bekası ve her yönüyle Türkiye’nin ulusal güvenliğinin sağlanmasında jeostratejik ve jeopolitik önem taşıyan bir mesele olarak değerlendirilmiştir. Bu durum muvacehesinde, 450 yıla yakın bir zamandır, Kıbrıs’ta yaşayan ve Kıbrıs’ı vatanları olarak kabul eden Türk halkı kendilerini bir azınlık olarak değil, Rumlardan ayrı bir etnik toplum ve adanın sahibi olarak görmekte; ada üzerinde en az Rumlar kadar, hat ta, onlardan daha fazla söz ve hak sahibi olduklarına inanmakta ve bu sebeple, başından beri Kıbrıs’ın Yunanistan’a ilhak edilmesine karşı çıkmaktadırlar. Rum – Yunan ikilisinin, 21 Aralık1963’de,  Kıbrıs Türk halkına karşı silahlı saldırılara başlayıp onları katletmeye başlamaları; 1960’da, Türkler ile Rumların eşit siyasi haklarına ve ortaklığına dayalı olarak kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’ni gasp etmeleri  ve Yunanistan’ın 1964’ün başından başlayarak, değişik tarihlerde, yasa dışı yollardan, gizlice, adaya bir tümenden fazla asker çıkarıp Kıbrıs’ı işgal etmesi üzerine, her zaman ENOSİS’e karşı mücadele veren Kıbrıs Türk halkı, bu defa da, yediden yetmişe, Türk Mukavemet Teşklatı’nın ( TMT ) kutsal çatısı altında yeniden bir araya gelerek on bir sene ( 1963-1974 ) Rum – Yunan ikilisinin silahlı saldırılarına karşı eşine ender rastlanan bir mücadele vermişlerdir. Bu süreçte Türkiye, uluslararası anlaşmalardan doğan müdahale hakkını kullanarak 20 Temmuz 1974’de adaya asker çıkarmış ve Kıbrıs’ın kuzeyinde toplanan Türk halkı kendi ayrı egemen devletlerini -– Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ( KKTC )  Devleti -- kurmuştur. Böylece, Kıbrıs’ta Rum–Yunan ikilisinin 1963’de ve 1974’de ENOSİS’e çok yaklaşan girişimleri başarısızlıkla sonuçlanmış ve Megali İdea bir defa daha Kıbrıs Türk halkının TMT ruhu ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ( TSK ) yenilmez gücü karşısında mağlup olmuştur. Bu safhadan sonra, Kıbrıs’ın kaderi, Girit’in kaderine benzeyen çizgiden ayrılmıştır.

 Bugün Kıbrıs’ta ayrı iki egemen devlet vardır. Bunlardan biri, Türklerin Kıbrıs’ın kuzeyinde kurdukları KKTC Devleti; diğeri, Rumların adanın güneyinde kurdukları Güney Kıbrıs Rum Yönetimidir ( GKRY ). Bu iki devletin birbiri üzerinde hükümranlık hakkı olmadığı gibi, birbirini temsil etme hakkı da yoktur.

Elli yılı aşkın bir zamandan beri Kıbrıs uyuşmazlığına bir çözüm bulmak mümkün olmamıştır. Çünki, Yunanistan, geçmişten günümüze kadar taşıdığı yayılmacı Megali İdea politikasını sürdürmekte ve Kıbrıs’ı topraklarına katmak için adada başlattığı ENOSİS savaşını sinsi, örtülü, yıkıcı, bölücü faaliyetlerle devam ettirmektedir.
Batılı büyük devletlerin ( Düvel-i muazzama ), tarih boyunca Yunanistan’a verdikleri geleneksel destek ve onu koruyup himaye etmeleri:
Batılı büyük devletlerin himayeleri altında ve her alanda ona sağladıkları destekle bir avuç Yunan eşkıyası, koskoca Osmanlı İmparatorluğu’na başkaldırıp devlet kurmuş; sonra da hiç toprak kaybetmeden büyümüştür. Bu bakımdan denilebilir ki,  Yunanistan’ın yalanlarla beslenen tarihi, baştan aşağı “ batılı büyük devletlerin himayesi ve desteği” tarihidir. Bahse konu himaye ve destekten mahrum kalan bir Yunanistan güçsüz, kendini korumaktan aciz, savunmasız, zavallı küçük bir çocuk gibidir. Yunanistan, bugün hala, varlığını batılı büyük devletlerin geleneksel, tarihi himayeleri, sağladıkları destek ve yardımları ile sürdürmektedir. Bu küçük ulusun en büyük hatası, henüz küçüklüğünü kavrayamamış olmasıdır.
Yunanistan’ın egemen bir devlet olmasını sağlayan başta Çarlık Rusya, İngiltere, Fransa ve diğer batılı büyük devletler, anılan devletin Megali İdea hedeflerini bir biri ardına ele geçirmesinde ona arka çıkmışlar; ona sağladıkları himaye ve desteklerini, koşulsuz olarak, zamanımıza kadar devam ettirmişlerdir. Hiç şüphesiz, batılı büyük devletlerin her zaman ve her koşulda Yunanistan’ı koruyup himaye etmeleri; en müşkül zamanlarında ona ihtiyaç duyduğu desteği vermeleri ve yardımda bulunmaları Yunan yayılmacılığının ( Megali İdea ) itici gücü ve bekasının ( varlığının devam etmesi ) güvencesi olmuştur.
Bilinen odur ki, Megali İdea’nın öngördüğü Yunan emperyalizmi, Yunanistan’ı egemen bir devlet yapan batı emperyalizminin Osmanlı topraklarındaki uzantısından başka bir şey olmayıp, bu olgu günümüze kadar gelmiş ve hala geçerliliğini korumaktadır. Bugün Yunanistan’ın Türkiye ile yaşadığı küçük, büyük her ihtilafta batılı büyük devletler mutlaka rol alırlar ve her koşulda onu himaye edip, desteklerler. Batılı büyük devlerin kendisini her zaman desteleyeceğinden emin olan Yunanistan, onlardan bir veya birkaçını yanına almadan kriz yaratmaz ve/veya Türkiye’ye karşı eyleme geçmez. (5)
Yunanistan egemen bir devlet olduğu günden zamanımıza kadar geçen süreçte ortaya koyduğu aşağıdaki karakter yapısını bugün de sergilemektedir. “ Osmanlı Devleti’nin güçlü olduğu ve batılı büyük devletler Yunanistan’ı desteklemediği zaman Yunanlılar, Türklerle dost olmaya çalışır görünürler. Hakları gasp edilmiş, küçük ve mazlum bir millet rolü oynarlar. (6) Uluslararası ortam uygun hale geldiğinde eyleme geçerler. (7)
Propagandayı büyük bir ustalıkla ve etkili bir şekilde kullanan Yunan kurumları ve kuruluşları, gerçekleri çarpıtıp, dünya kamuoyunu yanıltmayı kötü bir alışkanlık haline getirmişlerdir. Yunanistan tarafından aldatılmayı yeğlediklerinden, batılı büyük devletler de gerçekleri olduğu gibi değil, görmek istedikleri gibi görmekte; duyulması gerektiği şekilde değil, duymak istedikleri gibi duymaktadırlar. Bunun bir sonucu olarak, Hristiyan olan bütün devletlerin, Türkiye’ye karşı Yunan Devleti’ni himaye etmekle ve ona, her koşulda, her türlü desteği vermekle yükümlü oldukları kanısı, adeta, Yunan devlet adamlarında bir saplantı haline gelmiştir.


Rumların Girit’te ayaklanma hareketleri:
Ege Denizi’nin güney sınırını belirleyen Girit (8) Yunanistan ana karasının 160 km. güneyinde, anılan denizdeki adaların en büyüğü ve Doğu Akdeniz’de, Kıbrıs’tan sonra ikinci büyük adadır.
Ege’de ve Doğu Akdeniz’de deniz ulaşım hatları ile deniz ticaret yollarını kontrol ve denetim altında bulunduran Girit ile Kıbrıs, Jeostratejik ve jeopolitik açıdan hayati önem taşımaktadırlar. Bundan dolayı, tarihin ilk çağlarından itibaren, bu bölgede hâkimiyet kurmak isteyen küresel ve bölgesel güçlerin sürekli mücadelelerine sahne olmuşlardır.
İstanbul’un fethinden (1453) sonra, bir cihan devleti olma yolunda ilerleyen Osmanlı Devleti, Ege’de ve Doğu Akdeniz’de deniz hâkimiyetini kurma amacıyla, 1521’de Rodos’u, 1571’de Kıbrıs’ı, 1669’da Girit’i fethetmiş; böylece Ege Denizi’nin, Akdeniz’e çıkışının kilidi olan Girit ile Rodos’u; Doğu Akdeniz’de hayati önemi olan Kıbrıs’ı ele geçirerek bu bölgede Vendiklilerin deniz hâkimiyetine son vermiş ve Akdeniz’e egemen olmuştur. 
Girit, Osmanlı Devleti’nin hâkimiyeti altına girdikten sonra adada Türk nüfus oluşmuş ve Türkler Girit’in nüfusunun asli unsurunu teşkil etmişlerdir. Yüz elli yıl Osmanlı hâkimiyeti altında kalan Girit’te isyanlar, Türk ve Rum toplumlarının şiddetli geçimsizlikleri sonucu değil, adada, asırlarca bir arada dost olarak yaşayan iki toplumun metodlu ve çok iyi çalışan Yunan propagandası ve Ortodoks Kilisesi’nin telkinleriyle birbirlerine düşman edilmelerinden dolayı başlamıştır. Bu şekilde Yunanistan’nın tahriki ve desteği ile Giritli Rumların, adada yaşayan Türk halkına karşı düzenledikleri saldırılar ve yaptıkları katliamlar 1913’de, Girit’in Yunanistan’a ilhak edildiği tarihe kadar, doksan yılı aşkın bir süre  ( 1821-1913 ) devam etmiştir.
Yunanlıların, Osmanlı Devleti’ne karşı, 1821’de, Mora’da,   başlattıkları ayaklanmanın etkileri adalarda ve Girit ile Kıbrıs’ta da görülmüş ve anılan ayaklanma ile eş zamanlı olarak, Osmanlı toprakları üzerinde asırlardır bir arada dostça yaşayan Türk ve Rum ahali arasında huzur bozucu hareketler baş göstermiş; zaman içinde bu hareketler silahlı çatışmalara dönüşmüştür.
Mora’da başlayan Yunan ayaklanmasından hemen sonra, Giritli Rumlar Filiki Ederiya’nın tahriki ve teşviki ile ilk defa 5Ekim1821’de Osmanlı Devleti’ne başkaldırmışlar; Tripolitse kalesini ele geçirerek 1822’de Girit’te Rum devletini kurduklarını ilan etmişlerdi. Osmanlı Devleti’nin isyanı bastırıp, asileri ortadan kaldırmasına mani olmak üzere, başta Çarlık Rusya olduğu halde İngiltere ile Fransa kendi aralarında anlaşarak Babıali’den Rumlara özerklik verilmesini talep ettiler. Batılı büyük devletlerin olaylara müdahalesinden rahatsız olan Osmanlı Devleti, 1825’de, Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’nın yardımı ile Mora’da ve Girit’te başlayan ayaklanmaları bastırmıştı. Fakat yayılmacı bir politika izleyen Yunanistan, batılı büyük devletlerin himayesi altında ve sağladıkları destekle Girit Rumlarını örgütlüyor; gizli yollardan adaya silah ve mühimmat göndererek sürekli, Rum halkını isyana teşvik ediyordu. Bu bakımdan Girit’te asayişi sağlamak bir türlü mümkün olmuyor ve isyanların önü alınamıyordu. Hiç şüphesiz bu durum, Girit’te yaşayan iki toplum arasında kanlı çatışmaların meydana gelmesine ve Rumların adadaki Türkleri katletmelerine yol açıyordu. Girit’te Rumların planlı ve örgütlü bir şekilde bir biri ardına giriştiği ayaklanmaların yegâne dayanağı “ adada Rum nüfusun çoğunlukta olduğu ve bu nedenle Girit’te muhtariyet verilmesi” teziydi.
Yunanistan’ın tahrikleri ve teşvikleri sonucu Giritli Rumlar, 1841’de, adada Osmanlı Devletine karşı yeniden bir isyan başlatmışlardı. İsyan bastırılmasına rağmen, Yunanistan Giritli Rumların örgütlü faaliyetlerini, gizliden gizliye desteklemeyi, onlara gizlice silah ve cephane göndermeyi; Rumlar arasında ENOSİS propagandası yapmayı sürdürüyordu. Bu durum, Giritli Rumların, bir defa daha, 23Ağustos 1866’da, ada genelinde bir isyan başlatmalarına yol açmıştı. Bir asra yakın bir zamandan beri Yunanistan’ın her davası, Rusya’nın da davası haline gelmişti. Osmanlı Devleti’nin zararına olan her olayda olduğu gibi, söz konusu isyanda Çarlık Rusya asilerin yanında yer almıştı.
Girit Rumlarını isyana katılmaya zorlayan asi lider Hacı Mihail’in komutası altında on iki bin kişi silaha sarılmıştı.(9) BU ayaklanma da Yunanistan tarafından yönlendiriliyor; silah, cephane ve askerle destekleniyordu. Binlerce Rum’un oluşturduğu “gönüllüler ordusu” Yunan hükümeti tarafından eğitilerek, silahları ile birlikte Girit’e çıkarılıyordu. Bu şekilde isyan giderek yaygın hale gelmiş ve Türklerin katliamına dönüşmüştü. Bunun yanı sıra Yunanistan, Avrupa devletlerinin müdahalesini sağlayarak Girit’teki Osmanlı egemenliğinin, büyük devletlerin denetimine geçmesini sağlama çabası içindeydi.(10) Adada bulunan güvenlik kuvvetleri, burada yaşayan halkın kamu düzenini, asayiş, can ve mal güvenliğini sağlayacak ve isyanı bastıracak güçte değildi. Bu nedenle isyanın önü alınamıyordu. Babıali çaresizlik içinde bocalıyordu. Bu durum, Girit’te devam eden olaylara, batılı büyük devletlerin müdahale etmesine uygun bir ortam yaratmıştı. Bundan cesaret alan asiler, 2 Eylül 1866’da, Girit’teki Osmanlı hâkimiyetini tanımadıklarını ve adayı Yunanistan’a ilhak ettiklerini ilan ettiler. İsyanın şiddetlenmesi ve adadaki Müslüman Türklerin katliamına dönüşmesi üzerine Osmanlı Devleti bir taraftan tenkil harekâtına (isyanı bastırma) başlarken; diğer taraftan da Girit’e yeni bir idare şekli getirmek suretiyle asileri memnun edeceğini sanıyordu. Fakat ENOSİ’ten başka bir şey istemeyen, gözü dönmüş, muhteris Rum halkı eşkıya reislerinin emrinde; eşkıya reisleri de Yunanistan’ın ve Çarlık Rusya’nın komutasındaydılar.(11) Bunun haricinde, o dönemde Osmanlı Devleti, dış siyasette inisiyatifi kendi gücüne dayanarak elinde bulunduracak olanak ve yeteneklere sahip değildi. Varlığını devam ettirebilmek için Avrupa devletlerinin yardım ve desteğine muhtaçtı. Nitekim, Rusya gibi Fransa da Yunanistan’ın çağrısına uyarak duruma müdahale kararı aldı ve Babıali’ye yaptıkları baskı sonucu Osmanlı hükümeti, Ekim1867’de genel af ilan etmiş; köklü reformlar yapmış ve Girit’te Rumlara, adeta, muhtariyete benzer haklar vermişti. Buna rağmen memnun olmayan Yunanistan, adaya gönüllüler göndermeye devam etmiş; ayaklanmayı çete ve baskın hareketleri ile sürdürmüştür. Bu durum karşısında genel bir savaşı sakıncalı bulan batılı büyük devletler, 20 Ocak 1869’da Paris’te bir konferans düzenleyerek Yunanistan’a, Girit’e gönüllü göndermesini durdurmasını emretmişlerdi. Bu emre uyulması üzerine Girit’te isyan sona ermişti.(12) Böylece, batılı büyük devletlerin müdahaleleri ile Girit meselesi uluslararası bir boyut kazanmıştı.
Osmanlı Devleti’nin bütün çabalarına rağmen Rusya, Balkan yarımadasındaki Osmanlı toprakları üzerinde yaşayan Hristiyan ahaliyi isyana teşvik etmekten vazgeçmiyordu. 1875’de Bosna Hersek’te, 1876’da Bulgaristan’da, Sırbistan ve Karadağ’da arka arkaya isyanlar çıkarmıştı. Çevirdiği bütün entrikalara rağmen Girit’i topraklarına katamayan Yunanistan, ENOSİS’ten vazgeçer gibi görünerek fırsat kollamaya başlamıştı. Osmanlı ordusunun söz konusu isyanları bastırması üzerine Rusya, ordusunu seferber ederek Babıali’ye asilerin isteklerinin yerine getirilmesi için baskılarını artırmaya başlamıştı. İsteklerinin reddedilmesi üzerine Rusya, Osmanlı Devleti’ne harp ilan etti.(1877) Hicri takvime göre 1293’de başladığı için “93Harbi” olarak anılan Osmanlı-Rus harbi, Osmanlı’nın yenilgisi ile son bulmuş; 3 Mart 1878’de imzalanan Ayestefanos ( Yeşilköy ) Muahedesi’desini çıkarlarına aykırı bulan İngiltere Rusya’ya baskı yaparak Berlin’de yeni bir sulh konferansı düzenlemiş ve 13 Temmuz 1878’de imzalanan Berlin Muahedesi’nde Osmanlı toprakları ortaya atılmış bir pasta gibi paylaşılmış; İngiltere, Osmanlıya yardım etmek ve Anadolu topraklarını korumak vaadiyle Kıbrıs’a yerleşmişti. Berlin Muahedesi’ne konan fıkralarla Girit’e, adeta, bir tür muhtariyet veriliyordu. Girit’te vali Rum, vali yardımcısı Türk oluyordu; 80 üyeli meclise, 50 Rum üye seçiliyordu. Resmi işlerin ve yazışmaların hepsinde Rumca’nın kullanılması kabul ediliyordu. Görüldüğü üzere, Girit meselesinde Osmanlı Devlet’i inisiyatifi batılı büyük devletlere kaptırmıştı.
Girit’te yapılan bütün bu köklü reformlara rağmen, adayı topraklarına katmaktan başka bir şey düşünmeyen Yunanistan, adada Rumları isyana teşvik ve tahrik etmekten geri durmuyordu. Bunun üzerine Girit Rumları, 1897’de adada yeniden isyan çıkardılar. Osmanlı kuvvetlerinin, isyanı süratle ve şiddetle bastırarak suçluları cezalandırması üzerine, Yunan propagandası derhal faaliyete geçmiş,  “Türkler, Hristiyanları öldürüyorlar” diyerek Avrupa basınını ayağa kaldırmış ve bir yandan da Osmanlı Devleti aleyhine çeşitli gösteriler, konferanslar, konuşmalar düzenlemeye başlamışlardı. Bu faaliyetleri ile eş zamanlı olarak Yunan donanması Girit’e doğru hareket etmiş ( 20 Ocak 1897 ); Yunan işgal kuvvetleri Hanya’da karaya çıkarak ( 1 Şubat 1897 ) Girit’in Yunanistan’a bağlandığını ilan etmişlerdi.
 ( 25 Şubat1897 ).  
Yunanistan, bir taraftan Girit’teki Rumları koruma altına almak için adaya asker çıkardığını ileri sürüyor; bir diğer taraftan da Avrupa ülkelerinden, Osmanlı’nın Girit’e asker çıkarmasını engellemeleri için donanmalarını Girit’in kara sularına göndermeleri çağrısında bulunuyordu. Görüldüğü gibi, Yunanistan, hem Osmanlı toprağını işgal ediyor, hem de Avrupa devletlerinin kendisini korumalarını talep ederek, sahip olduğu kendine özgü karakterini sergiliyordu.
Bu defa, batılı büyük devletler, 1 Şubat 1897’de, Yunanistan’a “Girit’i işgale kalkışmasının barışı tehlikeye düşürdüğünü” belirten bir nota verdiler. Fakat Yunanistan Girit’i topraklarına katmaktan başka bir şey göremez, duyamaz, dinleyemez olmuştu. Kilise ve Etniki Ederiya tarafından türlü propaganda metodları kullanılarak beyni yıkanan Yunan halkı savaş diyor, başka bir şey demiyordu. Artık bir Osmanlı- Yunan savaşı kaçınılmaz olmuştu.
Yunanistan, 3500 kişilik bir kuvvetle, 10 Nisan 1897’de, Yanya ile Tırkala arasında, hududu geçerek Osmanlı topraklarına girmesi üzerine, Osmanlı - Yunan harbi başlamış oldu. Batılı büyük devletlerin harbe müdahale edeceklerini göz önünde bulunduran Ethem Paşa, harp planını sürat ve baskın üzerine bina etmiş; Dömeke muharebesinde Yunan ordusunu çökertip, mağlup etmişti. Atina’nın yolu Osmanlı ordusuna açılmıştı. Yunanistan Avrupa’dan yardım istedi. Yunanistan’ı egemen bir devlet olarak var edip koruyan ve Müslüman bir devletin, Hristiyan bir devleti ortadan kaldırmasına asla razı olmayan Avrupa devletleri Babıali’ye ağır baskı yapmaya başladılar. Neticede, Rus Çarı’nın müracaatı ve şahsi ricası üzerine Osmanlı ordusu ilerleyişini durdurdu. Osmanlı Devleti, mağlup devlete taviz veriyor, savaşta kazandığını, masada kaybediyor ve batılı büyük devletler, Osmanlı – Yunan harbinde mağlup olmasına rağmen,  Yunanistan’ı kazançlı çıkarıyorlardı.
Muharebenin ardından imzalanan barış antlaşmasından iki hafta sonra Girit’te muhtariyet ilan edildi. Batılı büyük devletler Yunan Kralı’nın oğlu Corç’u adaya vali olarak tayın ettiler. Böylece batılı büyük devletlerin himayeleri altına giren Girit, Osmanlı’nın elinden çeke çeke alınıp Yunanistan’a verilmişti.(13). Artık Girit’in tam anlamı ile Osmanlı’nın hâkimiyeti altında olduğu söylenemezdi.
Yunanistan her zamanki dönek ve kaypak politika oyunlarıyla Megali İdea’nın önemli hedeflerinden biri olan Girit’i ilhak etmek için yakaladığı çok büyük bu avantajı geçekleştirebilmek için fırsat kollamaya başlamıştı. Bu fırsat, Birinci Balkan Harbi’nde Osmanlı Devleti’nin acı mağlubiyeti ile ortaya çıkmış ve Osmanlı Devleti, 30 Mayıs 1913’de Londra’da yapılan barış antlaşmasında, Girit’in Yunanistan’a verilmesini kabul etmiştir. O tarihten itibaren Girit Yunanistan’nın egemenliği altına girmiştir.
Balkan Yarımadası’nda yerleşmiş Türk topluluklarını etnik arındırmaya tabi tutmak ve/veya yurtlarından kaçırmak, Osmanlı döneminden günümüze kadar uzanan süreçte, Balkan devletlerinin uyguladıkları çok eski ve değişmeyen bir kuraldır. Bu nedenle Girit’te Rumların, Türklere karşı uyguladıkları planlı ve örgütlü katliamlar, adanın Yunanistan’a ilhak edildiği tarihe kadar devam etmiş; bu zaman zarfında, Türklerin büyük bir kısmı öldürülmüş, canını kurtarabilenlerin bir kısmı Anadolu’ya göç etmek zorunda kalmışlardı.
Girit’in Yunanistan’a ilhak edilmesinden sonra, adada kalan Türklere uygulanan türlü baskılar, zulme dönüşmüş ve Anadolu’ya göç hızlanarak devam etmiştir. Daha sonra Türkiye ile Yunanistan arasında yapılan nüfus mübadelesi antlaşması ile Girit Türkleri Batı Anadolu’ya yerleştirilmiş, adada kalanlar Hristiyanlığı kabul ederek asimile olmuşlardır. Özetle, Osmanlı tam 150 yıl Girit’te kalmış; sonra, Girit’te doğmuş, büyümüş burada kök salmış Girit Türklerinin bir kısmı öldürülmüş; geri kalanlar da 150 yıl önce geldikleri gibi gemilere binip Anadolu’ya dönmüşlerdi.

Sonuç:
Bir asırdan fazla bir zamandır değişik evrelerden geçerek günümüze kadar gelen Kıbrıs uyuşmazlığının bu hale gelmesinden, bugüne kadar adada yaşanan olaylardan ve dökülen her damla kandan Rum-Yunan ikilisi sorumlu olup, harp suçlusudurlar. Kıbrıs’ta Türklere karşı işledikleri cinayetlerin ve Kıbrıs’ta oluşturdukları siyasi “de facto” yapının suçunu Türkiye’ye ve Kıbrıs Türk halkına yükleyemezler.
Batılı büyük devletlerin yardımları ve destekleri ile hala Kıbrıs’ta ENOSİS’i gerçekleştireceklerine inanan Rum-Yunan ikilisi, toplumlar arası müzakereleri Kıbrıs uyuşmazlığına kalıcı bir çözüm bulmak için değil, adada ENOSİ’e zemin hazırlayacak zamanı kazanmak için sürdürüyorlar. Bu amaçla, son zamanlarda bütün gayretlerini ENOSİS’in önünde en büyük engel olarak gördükleri:

1.KKTC Devleti’ni ortadan kaldırmak;
2.Garanti ve İttifak Antlaşmalarını geçersiz kılmak;
3.Kıbrıs’ta konuşlanmış Türk askerinin adadan gitmesini sağlamak;
4. Azami sayıda Rum nüfusu Kıbrıs’ın kuzeyindeki topraklara yerleştirmek;
konuları üzerinde yoğunlaştırmışlardır. Gayeleri, Türkiye’nin Kıbrıs üzerindeki etkin nüfuzunu sona erdirmek ve adayı Avrupa Birliği’nin (AB) vesayeti altına sokarak onun himayesi altında ve desteği ile ENOSİS hedeflerini gerçekleştirmektir. Bu noktadan hareketle denilebilir ki, Rum–Yunan ikilisi, Kıbrıs’ta, ENOSİS savaşını örtülü bir şekilde sürdürmektedirler.
Rum-Yunan ikilisinin hileli bir politika izlediği ve müzakere masasına art niyetle oturduğu sürece toplumlar arası müzakerelerden ve/veya yapılacak beşli konferanstan beklenen sonucu almak çok zor, hatta imkânsız gibi görülmektedir.
M.Ö. 500’de yaşamış Çinli komutan, filozof, askeri bilge Sun Tzu, yazdığı Savaş Sanatı adlı eserinde:
“ Düşmanını ve ayni zamanda kendini çok iyi bilenler, hiçbir zaman mağlup olmayacaklardır” demiştir. Bu bakımdan, Kıbrıs Türk halkı, Kıbrıs üzerindeki haklarını elde tutabilmek için, Kıbrıs uyuşmazlığına kalıcı bir çözün bulmak üzere sürdürülen toplumlar arası müzakerelerde Kıbrıs üzerindeki kazanılmış haklarının neler olduğunu bütün detayları ile bilmesi ve Rum-Yunan ikilisinin karakter yapılarını çok iyi tanıması, gerekir. 
Yunanlı’nın niyet ve maksadını ve aklından neler geçirdiğini bilmek çok zordur. Yine de Yunanlılar amaçlarına ulaşabilmek için, kapalı kapılar ardında akla hayale sığmayan her türlü sahtekârlığa başvurur ve türlü entrikalar çevirirler. Bir Yunanlı gece başını yastığa koyup yattığı zaman ertesi gün kalktığında Türklere nasıl bir kötülük yapacağını düşünür. Buna karşı insanın yüzüne karşı dost görünen, arkasından kuyusunu kazan Yunanlı’ya güvenilmez. Yunanlı’da, “söz namustu” gibi bir kavram ve endişe ile ahde vefa ilkesine saygı hiç yoktur. Hilekârlık, sahtekarlık, yalancılık, hırsızlık, rüşvet, onun karakterinin doğal bir parçası(16)  olmuş ve günlük yaşamı haline gelmiştir. Kıbrıs uyuşmazlığının başladığı günden zamanımıza kadar uzanan süreçte, Türkiye ile Kıbrıs Türk halkı, Kıbrıs üzerinde, uluslararası hukuk ve uluslararası antlaşmalarla elde tetikleri ve asla vazgeçemeyecekleri haklarının korunmasının, onları kazanmaktan çok daha önemli olduğunun bilincinde olup, bu hakları korurken, Rum-Yunan ikilisinin yukarıda bahse konu özellikleri ile karakter yapısını çok iyi bilmeleri ve her zaman göz önünde bulundurmaları kaçınılmaz bir olgudur.
Balkanlar, Kafkasya, Orta Asya, Orta Doğu ve Doğu Akdeniz bölgesinde dünya siyasetine yön verecek bir mihrakta bulunan Türkiye, anılan bölgede barış ve istikrarın sağlanmasında hayati rol oynayan kilit bir stratejik merkezdir. İçinde Türkiye’nin, hatırı sayılır bir stratejik güç olarak bulunduğu Doğu Akdeniz ve Orta Doğu bölgesinde küresel ve bölgesel devletlerin acımasızca sürdürdükleri çıkar mücadeleleri göz önünde bulundurulursa, Türkiye ile Kıbrıs Türk halkının uluslararası antlaşmalarla ve yokluklar içinde verdiği uzun ve çetin mücadele sonucu Kıbrıs üzerinde elde ettikleri haklarının boyutu ve ne denli önemli olduğu açıkça görülür.
Kıbrıs Türk halkının, üzerinde her türlü tehdit ve tehlikeden uzak, özgürce yaşadıkları Kuzey Kıbrıs toprakları; canları ve kanları pahasına kurdukları KKTC Devleti. ile Türkiye’nin ulusal güvenliği bu hakların en başında gelmektedir.
Bugün Kıbrıs Türkleri, yoktan var ettikleri vatan topraklarında ana bağrının sıcaklığını duyuyorlarsa; her gece başlarını yastığa koyduklarında huzur içinde ve rahat uyuyorlarsa; köyünde/kentinde her gün sabah kilise çanlarının sesleri ile değil, minarelerden yükselen ezan sesleri ile mutlu bir geleceğe uyanıyorlarsa; canlarından mallarından güvenliklerinden emin olarak özgürce yaşıyorlarsa; bu dağlar, bu ovalar, bu denizler, bu gökyüzü benimdir diyebiliyorlarsa; günün herhangi bir saatinde, Kuzey Kıbrıs’ın her karış toprağında, şerefine, namusuna, canına, malına zarar gelmeden gönüllerince dolaşabiliyorlarsa; bütün bunların hepsini, her şeyden önce, KKTC Devleti’ne ve Türkiye ile adada konuşlanmış Türk askerine borçlu olduklarını asla unutmamalıdırlar.  
Türkiye, güneyden Anadolu Yarımadası’na yönelecek her türlü tehdide ve buradan gelecek tehlikelere karşı hassas olup, güney-kuzey mihverinde vaki olacak tecavüzlere açıktır. Tarihin her döneminde Türkiye’nin ulusal güvenliği içinde mütalaa edilen Kıbrıs, Anadolu’nun güney sahillerini uzaktan koruyan jestratejik ve jeopolitik değerlere sahip çok önemli bir adadır. Türkiye’nin bekası (varlığının devamı) ve bölgesinde büyük bir güç olarak nüfuzunu artırabilmesi, her ne pahasına olursa olsun, hayat alanı olan Doğu Akdeniz’de stratejik bir konumda bulunan Kuzey Kıbrıs’ı mutlaka elinde bulundurması ulusal güvenliğinin ve milli çıkarlarının zorunlu kıldığı bir olgudur.
Türkiye’nin garanti altına almadığı, silahlı kuvvetleri ile güvenliğini sağlamadığı, yani Türkiye’nin etkin ve fiili garantisine dayanmayan KKTC Devleti ile Kıbrıs Türk halkının adadaki varlığı sürekli Rum-Yunan ikilisinin tehdidi altında kalacaktır. Küresel ve bölgesel devletlerin, Orta Doğu ve Doğu Akdeniz coğrafyasında sürdürdükleri güç mücadeleleri karşısında Türk halkının Kıbrıs’ta varlığını devam ettirebilmesi ve KKTC Devleti’ni yaşatıp tanıtabilmesi için; Türkiye ile olan siyasi, ekonomik, sosyal, kültürel ve askeri bağlarını en güçlü hale getirmesi; Türkiye’nin Kıbrıs üzerindeki garantörlük hakkının devam etmesi ve Kıbrıs Türk Barış Kuvvetleri’nin (KTBK) Kıbrıs’ta kalması ile mümkün olacaktır.
Bu durum muvacehesinde, Kıbrıs uyuşmazlığına bulunacak kalıcı çözüm, her şeyden önce, Türkiye ile KKTC Devleti arasında var olan sağlam ilişkilere, birliğe, dayanışmaya, yardımlaşmaya zarar vermemelidir; aksine, mevcut güvenlik bağları ile siyasi ve ekonomik bağları kuvvetlendirecek nitelikte olmalı; ayni zamanda Türkiye ile Kıbrıs Türk halkının Kıbrıs üzerinde kazanılmış haklarına zarar getirmemelidir

“Unutma, kazanmak için bir ömür ister.
Kaybetmeye bir anlık gaflet yeter.”
Mevlana

Dip Notları:
1.Fuat Paşa: 1866’da Osmanlı Devleti’nin Hariciye nazırı idi. ( Ord. Prof. Dr. Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, VII nci Cilt, 3ncü Baskı, 1987, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara. s: 26 )
2.Megali İdea: En kısa açıklamasıyla “ bütün Helenleri kurtarmak ve Yunanistan ile birleştirerek Bizans’ın yerine, başkentii İstanbul olan “ Büyük Helen İmparatorluğu’nu” kurmaktır.
Bu ülkünün öngördüğü esaslar çerçevesinde önce Yunanistan’ın bağımsızlığı elde edilecek; ardından Ege Adaları, Batı Anadolu, Karadeniz bölgesi ( Pontus ), Rodos, Girit, Bozcaada, Kıbrıs, Epir, Makedonya, Batı ve Doğu Trakya, ele geçirildikten sonra, Konstantinopolis olarak adlandırdıkları İstanbul “Helen İmparatorluğu’nun” başkenti olacaktı. Yunanistan’ın egemen bir devlet olarak tarih sahnesine çıktığı günden beri (1829-1830) Megali İdea, Yunanlıların siyasi yaşamına egemen olmuştur.
3.Sadi Bayrak, Fetihten Buyana Kıbrıs, Milliyet.  7.8.1974.
4.Bilal N. Şimşir, AB, AKP ve Kıbrıs, Aralık 2003, Bilgi Yayınevi, Ankara. ss: 14-21.
5.İsmail Hamdi Danışmend, İzahlı Osmanlı İmparatorluğu Tarihi Kronolojisi, Cilt 4, 1972,İstanbul. s:45
6.Harp Akademileri Bülteni, Girit Adası’nın kaybı ve alınan dersler, Haziran 1996, Sayı 183/Eki. s:8.
7.İsmail Hamdi Danışmend, a.g.e., s:36
8.Girit: Ege Denizi’nin güneyinde bulunan ve yüzölçümü 8336 km. kare olan Girit’in fethine Türkler 1645 yılında başlamışlar ve 24 yıl, 4 ay, 16 gün sonra 1669’da adanın fethini tamamlayarak Venediklilerin Doğu Akdeniz’deki hâkimiyetine son vermişlerdi.
9.Ord. Prof. Dr. Enver Ziya Karal, a.g.e , ss:20-21
10.Ahmet Cemal Gazioğlu, ENOSİS Çemberinde Türkler, Nisan1996, CYRP, İstanbul. s:85.
11.Ord. Prof. Dr. Enver Ziya Karal, a.g.e. ss: 20-21
12.Ahmet Cemal Gazioğlu, a.g.e. ss:85-86.
13.Ord. Prof. Dr. Enver Ziya Karal, a.g.e. ss:26-28.
14.Müttefikler ile İtalya arasında 10Şubat1947’de imzalanan Paris Antlaşması’nın 14’ncü maddesine göre On İki Ada  (Rodos, Hereke , İlyaki, Sümbeki, İncirli,İstanköy, Klimni, Leros, Patos, Koçbaba, Kerpe, Kaşot ) ve bunlara ilave olarak Meis Yunanistan’a bırakılmıştı.
15.EOKA: Kıbrıs’ı topraklarına katmak amacıyla Yunanistan’ın Kıbrıs’ta kurduğu yasa dışı bir yeraltı teşkilatıdır. Rumca “ Ellenigos, Organizmos, Kipriagon, Agoniston” kelimelerinin baş harflerinin bir araya gelmesi ile meydana gelmiştir. “Kıbrıs Milli Mücadele Teşkilatı” anlamı taşır.
16.Ord. Prof. Dr. Enver Ziya Karal, a.g.e. s33