Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Antonio Guterres’in raporu nihayet gün ışığına çıktı.  Çıktı ama yine de iyi çıktı bana göre.
Genellikle geçmiş BM Genel Sekreterleri’nin bu dönemlerde hazırlayacakları raporlarda, nedense Rumlar müthiş tedirgin olurlar.  Neden tedirgin olurlar?
Çünkü kendi hatalarının ve sürece tıkaç koyanın kendileri olduğunu çok iyi biliyorlar.  Bu hep böyle geldi ama böyle gitmeyecek.
Görüşmelerin Cenevre ve Crans Montana’daki gidişatı sürecinde BM Genel Sekreterliği görevine getirilen Guterres, herhalde Kıbrıs sorununa iyice vakıf olmuş olacak ki, kendince “dengeleri koruma” görüntüsü ötesinde Rumların her zamanki kalleşçe tavırlarına da tanık olmuştur ki, Genel Sekreter imalı da olsa, sürecin çöküşünden Rumları sorumlu tutmuştur.
Keşke diyorum...
Keşke İngiltere’nin eski Dışişleri Bakanı Jack Straw’un Independent gazetesinde yayınlanan yazısı, rapor öncesine yayınlansaydı diyorum.
Şayet Straw’un o yazısı rapor öncesi yayınlanmış olsaydı, herhalde Guterres bir başka ifadeyle Türk haklılığına parmak basardı.
Ne yalan söyleyim...
Geçmiş Genel Sekreterler gibi Guterres’in de suya sabuna dokunmayan birşeyler yazacağını bekliyordum.  Yani alışılagelmiş, klasik raporlar gibi bir ifade beklenirdi.
Straw gibi rapor cesurca kaleme alınmasa da, yine de içinde kullanılan ifadeler, sürecin çöküşünde Türk tarafının suçlanmadığını, imalı olarak  Rumların sorumlu tutulduğunu belirtti.
Bütün bunlar neyi çağrıştırıyor?
Geçmişten günümüze gelinen o zorlu süreç, bize tünelin ucuncaki ışığı gösteriyor.  O tünelin ucundaki ışık bize, kesinlikle Rumlarla bundan sonra da olabilecek görüşmerden hiçbir sonuç alınmayacağını ve KKTC’nin tanınmasının yolunun açılacağını gösteriyor.
Hele bir düşünün bakalım, Kıbrıs ikili, üçlü, dörtlü ve sonunda da beşli görüşmelerine ne kadar uzun bir zaman dilimi harcandı.
21 Aralık 1963 olaylarında Denktaş ada dışına çıkıp, BM Güvenlik Konseyi’nde o ateşli konuşmasını masaya vurarak yapınca, Rumlar onu “İstenmeyen adam” ilan etmiş ve beş yıla yakın kendi ülkesine ve kendi evine dönememişti.  Kolay mıydı bir siyasetçinin kendi ülkesine dönememesi ve Anavatan’ı da olsa, maddi ve manevi değerlerini riske atması?
Denktaş onu yaşadı.
Denktaş’ın adaya gelişi Nisan 1968’e denk gelir.  Denktaş gelir gelmez, “Çok büyük bir umut” olarak görülen ikili görüşmeleri başlatmış ve Glafkos Kleridis’le ilk toplantısını Beyrut’ta bir otelde yapmıştı.
Ve şimdi yıl, 2017...  Yani Beşli zirvenin çöktüğü son toplantının tarihi.  Daha da açıkçası, ikili görüşmelerin üzerinden tam 49 koca yıl geçti.  Ve sıfır sıfır elde var hiç.
Onun için değil mi ki, Kıbrıs gerçeklerini gören ve Rumların ahlaksız siyasetlerini, Türklere uyguladıkları ambargoları ve kuzeyle güneyde iki eşit devlet gerçeğin dile getiriyor yabancı siyasetçiler.
Bütün bu hususlara temas etmek demek, bazı taşlar yerinden oynadı demektir.  Yani dünya bütün gerçekleri görebiliyor, hiç çekinmeden bütün dünyanın yüzüne haykırıyor.
Kayıplar konusunda Rumların eski Dışişleri Bakanı Markulli’nin kayıplar konusunda kullandığı ifade de, o gerçekler zincirinin bir halkasıdır.  Ne demişti Markulli?
“Kaybolan Türklerin kemiklerinin yıllar sonra toprak altından çıkarılması bizim için utançtır.”
Şu anda kullandığı ifadeyi tam olarak buraya alamıyorum.  Lakin kesinlikle kendi fanatiklerini suçlayan ve masum Türkleri yücelten bir ifade olduğunu söyleyebilirim.  Belki arşivimi karıştırsam tam ve net olarak bu satıların arasına onu yerleştirebilirdim.
Diyeceğim şudur...
Rumlar istedikleri kadar zamana oynasınlar.  Dünyadaki değişim, şu Kıbrıs sorununa da yansımış durumda.  Dün susanlar, bugün konuşuyorlar. Tıpkı Straw gibi.
Lakin Guterres susmadı ama raporunda da Rumları suçlar nitelikte ifadeler kullandı.
Hani derler ya... 
“Sıçanın sidiği denize faydadır” diye.
Bu açıklamalar küçük ve basit görünse de, gerçek anlamda çok önemlidir.
İleriki yıllar bize neyi gösterecek, onu da bekleyip göreceğiz.