Türkiye’de 60 yıl önce yapılan 27 Mayıs 1960 darbesi, gerçekten bana acı veriyor.  Herhalde sadece bana değil, pek çok Türk’e acı veriyordur diye düşünüyorum.

                Hemen darbe öncesine gidecek olursak, Demokrat Parti’nin iktidarda olduğu ve Adnen Menderes’in Başbakan görevlerini yürüttüğü bir süreç yaşanıyordu.  Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı da Hasan Polatkan’dı.  Cumhurbaşkanlık görevinde de Celal Bayar’dı.

                Darbe olduğunda ben de Haydarpaşa Ticaret Lisesi’nin son sınıfındaydım ve mezun olmak üzereyedim Türk siyaseti bulgur gibi kaynıyordu.  İnsanlar fısıltı halinde konuşuyordu.   O günlerde Ankara radyosunu uzun dalgadan bulup izliyor, heyecanla olanları ve olacakları bekliyorduk.  Bütün sokaklar tank dolmuştu.  Caddeler ve meydanlar tanktan geçilmiyordu.

                Darbe ile Menderes’le Fatin Rüştü Zorlu’nun, Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın ve dahalarının tutuklanıp Yassıada’ya götürüldüğünü öğrenmiştik.  Ne kötü günlerdi onlar.  Askeri organ kararını vermişti.  Esasında bu darbeyi bütün orduya mal etmek yanlış olur.  Bu darbenin gerçek mimarları, bir grup askerdi ve bütün orduyu etkilemişlerdi.

                “Menderes ve adamları mutlaka asılmalıdırlar” diyorlardı.

                O günlerdeki İstanbul ve Ankara gençliği Menders’e ve onun iktidarına ateş püskürüyordu.  Ateş püskürmelerinin kökünde birkaç neden vardı.

                Bunlardan birisi iktidarın laik düzeni sulandırdıkları, minarelerde Türkçe okunmaya başlayan ezanın, yeniden arapça okunmasına  dönüşü ve dincilere prim vermedikleri ve Anayasa’ya aykırı icraatlar yaptıkları filandı.

                O davalarda Menderes’in özel hayatı bayağı didik didik edilmişti.  Yok çocuk davası, yok kilot davası, yok köpek davası ve daha bir sürü kabul edilmez nedenler..

                Halbuki Adnan Menderes’le Fatin Rüştü Zorlu’nun Kıbrıs Türkü’nün mutlu bir gelecek çalışmaları mevcuttu.  O bağlamda Kıbrıs’a balıkçı tekneleri ile silah gönderilmesi, yeni silahlar alınması ve bizim TMT’yi iyice donatmaları asla ve asla unutlamayan unsurlardı.

                Menderes bu silahları nasıl alırdı?

                O silahlar, Menderes’in örtülü ödeneğinden alınırdı.

                Ve Kıbrıs Türkü’nün kaderini belirleyecek Londra ve Zürih anlaşmalarının çalımaları başlamıştı.  Bu anlaşmalarla Türkiye’nin etkin ve fiili garantisi tescil ediliyordu.

                Fatin Rüştü Zorlu ilk gidenlerdendi Londra’ya.  Menderes ise, Vickers 794D, Viscount tipi bir uçakla ve beraberindeki heyetle Ankara Uçak alanından havalanmışlar, sonra yakıt ikmali için İstanbul havaalanına, oradan İtalya’ya ve oradan da Londra’ya hareket etmişlerdi.  Ne yazık ki Menderes’i taşıyan uçak, çok yoğun sis yüzünden Londra uçak alanına yakın bir ormanlık alana düşmüş ve o kazada pek çok insan ölmüştü.  Kazada ölenler: Muzaffer Ezgü, Kemal Zeytinoğlu, İlhan Savut, Şerif Arzık ve Abdullah Parla’dı.  Kıbrıs Türkleri onların isimlerini Lefkoşa sokaklarına koymuşlardı.

                Hani derler ya...

                “Öldürmeyen Allah öldürmez” diye...

                Allah Menderes’i öldürmemişti o kazada.  Menderes uçağın kuyruk  kısmında oturduğu için, hafif yaralarla kurtulmuştu.  Onu uçaktan o bölgede oturan emekli hemşire Mrs. Margaret Bailey ile eşi Tony Bailey ile komşusu Peter Weller  çıkarmışlardı.  Onu evine götürüp ilk yardımını yapan hemşire Bailey, onun London Clinic Hospital hastanesine sevkini sağlamıştı.  325 numaralı odada yatıyordu.   Mrs. Bailey kaza sonrasında öğrenmişti evine götürdüğü kişinin Türkiye Başbakanı Adnan Menderes olduğunu.  Mrs. Bailey şöyle anlatmıştı duyrularını...

                “Yaralı beyefendiyi uçaktan alıp evime götürdüğümde, onun Türkiye başbakanı olduğunu bilmiyordum.  Çok kibar ve çok efendi birisydi.  Çok üzülmüştüm.”

                Menderes Londra Anlaşmasına atılması gereken imzayı, hastanedeki yatağında atmış ve anlaşma yürürlüğe girmişti.

                Bir gazetecinin banda aldığı ses kaydı ile kendi halkına bir mesaj vermişti.  O mesaj, “Sevgili halkım, ben sağım ve hayattayım.  Sağlığım da yerindedir, siz rahat olun” demişti.  Ankara’ya dönüşünde onu binlerce insan karşılamıştı.  Halk coşmuştu.

                Yassıada davaları sonrasında Adnen Menderes ve arkadaşları idam edilince Mrs. Bailey şöyle anlatacıktı duygularını.

                “Yazık, hem de çok yazık.  Böylesine iyi bir politikacı, böylesine bir efendi adamın asılmasına çok üzüldüm.”

                Menderes ve arkadaşlarının asılmasına sadece Mrs. Bailey değildi üzülen.  Biz Kıbrıslılar da çok üzülmüştük.  Çünkü onun, bizim üzerimizde çok büyük emeği vardı.  Şayet Rumlar bizi bu adada yok edememişlerse, Menderes ve Fatin Rüştü Zorlu’nun anlaşmalara koymuş oldukları Türkiye’nin garantörlüğü sayesinde yaşıyoruz ve var oluyoruz.

                Hala Menderes’le Fatih Rüzştü Zorlu’nun beyazlar giymiş cansız bedeninin ipteki resimleri gözlerimin önündedir ve hala yüreğim sızlıyor.

                Fatih Rüştü Zorlu’nun idam anı da tarihe geçmiş bir olaydı.

                Fatin Rüştü Zorlu’ya beyaz idam önlüğünü giydirip ipi boynuna geçirerek sandalyeye çıkması anında Rüştü bir sinirle, adeta “Sizin için yaptıklarım sizin gözünüzde dizinizde dursun vefasız millet” dercesine altındaki sandalyeye bir tekme atmış ve boynundaki yağlı ip, gırtlağına oturmuş, canını Allah’a teslim etmişti.  Ne kadar acı değil mi?

                Yıllar sonra onların mezarları İstanbul’daki Millet Caddesinin tepesindeki yere, devlet töreni ile aktarılmış ve sözde, itibarları iade edilmiş. Sen önce adamı sudan nedenlerle as, sonra da yaptığın hatayı telafi etmek için devlet töreni ile itibarını iade et.

                İşte o zaman şu soruyu sormuştum.

                “Bu nasıl adalet, bu nasıl bir vicdan, bu nasıl demokrasi anlayışı?”

                İşte o nedenle her 27 Mayıs tarihinde yüreğimde bir sızı hissederim...