Şu anda herkes aşılanmayı bekliyor.  Herkesin gözü kulağı aşılanmak için yaptıkları başvurunun cevabında.  Madem ki bütün bu olumsuzlukları yaşadık ve yaşamaya devam ediyoruz, şunu da idrak etmemiz lazım.

            “Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.”

            Gerçekten de herkesin buna inanarak yaşaması lazım bundan sonra.  Çünkü aşı, bir koruyucu faktör olarak kendini gösterecek de, normalleşme süreci yine eskisi gibi olmayacak.

            Bu bir moral bozma değildir.  Bilim adamlarından çelişkili fikirler atılıyor ortaya.  Bilim adamları ne diyor?

            “Aşı olduktan sonra da korunmaya devam edeceğiz.”

            Doktorlar aşının iki etapta yapılması gerektiğini söylüyorlar ayrıca.  Birinci aşıdan sonra galiba 28 gün gibi bir zamanı bekleyip, ikinci doz aşıyı o zaman yaptırmak  gerekiyormuş.  Yine de hiç aşı olmamaktan daha iyidir hayatını kurtarmak adına, aşılanmak.

            Peki iki soru soracağım!

            “Şayet aşı olursanız ne olur, olmazsanız ne olur?”

            Bunun cevabı gayet basittir.

            Aşı olmazsanız ölüm riskiniz hiç bitmez.  Aşı olursanız, hayatınız kurtulur.

            Doktorların yine söylediklerine göre birinci aşıdan sonra antikorlar oluşmazsa, herhalde yeniden bir aşı daha yapacaklar.  Bilemiyorum...

            Aşıların türüne ve memleketine göre de bir değerlendirme yapıyor insanlar.

            Alman aşısı mı?  Yoksa Çin aşısı mı?

            Bunda da zaman zaman doktorlar çelişkiye düşüyorlar ve insanlar ikilemde kalıyorlar.

            “Acaba hangisini yapsam?” sorusunun karmaşası içinde sürüklenip gidiyoruz yani.

            Bir hafta önce Amerika’da koronavirüsten ölen insanların defin işlemine ilişkin bir belgesel izlemiştim.  Veriler bize, dünyada her 30 saniyede  bir insanın öldüğünü veriyor.

            Sanki ölüm bile kuyruğa girmiş gibi trajik bir durum...  Sıra sıra mezarlar, gömülmeyi bekleyen cesetler ve hiç bitmeyecekmiş gibi bir görünüm veren ölümler...

            Nerdeyse, “Dağlar taşlar mezar doldu” diyesim gelir.

            Gerçekten bu insanlar nereye gömülüyorlar?

            Bazen “Bizler çok şanslı insanlarız” deriz virüsten bulaşma riskimizin azlığı nedeniyle.

            Hani deriz ya...

            “Büyük başın büyük belası vardır” diye...

            Nüfusu hayli yüksek olan büyük ülkelerin sıkıntıları bizlerden fersah fersah daha fazla.  Onlar büyük bulaşırlar, büyük ölürler. Biz ise, küçük bulaşırız ve küçük ölürüz.  Bu gerçek bir değerlendirmedir bana göre.

            Zaman zaman bazı insanların büyük kentlerden kaçarak daha sakin ve insanların çok olmadığı yörelere göç ettiklerine tanık oluruz.  Sosyal ve ekonomik durumu iyi insanlar bunu başarırlar.  Ya orta halli insanlar?  Onlar da kendilerine göre bir korunma yöntemi bulurlar.

            Yine bir görüntüden söz edeyim, pandemi ile ilgili.

            Bir zamanlar, ta çocukluğumuzdan duyduğumuz güzel bir söz vardı İstanbul için.

            “İstanbul’un taşı toprağı altındır” derlerdi.

            O “taşı toprağı altın olan” koca İstanbul için kimler kimler mallarını köylerden satıp savıp, umutla İstanbul’a göçmemiş ki...

            Bu konuda pek çok Türk filmi izledik.  Özellikle Şener Şen, Kemal Sunar ve İlyas Salman’ın filmlerinde.  Filmler esasında trajikomik bir durumu koyar ortaya.  Hem düşünürsünüzi, hem gülersiniz, hem de üzülürsünüz trajikomik filmleri izlerken.

            Kim bilir bundan sonra ne kadar trajikomik filmler çekilecek sinemacılar tarafından.

            O görüntüde bir ailenin yeniden köylerine dönüş vardı.  İnsanlar yataklarını yorganlarını, bütün taşınabilir mallarını kapı önüne istiflemişler ve gelecek olan kamyonu bekliyorlar.  O ailenin annesine soruyor spiker:

            “Hani İstanbul’un taşı toprağı altındı?  Neden dönüyorsunuz köyünüze?”

            Kadın yanıtlıyor o spikeri:

            “Biz de ona inanarak gelmiştik İstanbul’a, taşı toprağı altın olduğu için.  Lakin biz burada ne altın gördük, ne de altıncık.  Şayet bu koca kentte kendine bir yol bulur ve çarkı döndürürsen, işte o zaman İstanbul değer kazanır bizim gözümüzde.”

            Bu işin bir de sosyolojik ve psikolojik boyutu var.  İstanbul’a küçük gelen çocuklar olgunlaşmışlar, orada çevre ve arkadaş edinmişler, şimdi de geri köylerine dönecekler.  O zaman da bir başka trajik durum çıkıyor ortaya.  O çocuklar sosyalleşmenin getirdiği bir avantajla kendi köylerine dönecekler de, orada o gözle yeni hayatlarına bakabilecekler mi?

            Yani ne söylesek boş.  Aşıyla hayatımızı kurtaracağız da, bir türlü kaybettiğimiz değerleri yeniden yerine koyamayacağız.  Kısacası “Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.”