Geçtirdiğimiz 10 Aralık 2018 tarihi bize “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi”nin kabul edildiği günü hatırlatır.  O beyannamenin insanlığa armağan edilişinin üzerinden tam 70 koca yıl geçmiş.  10 Aralık 1948 tarihinde bu beyanname, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda kabul edilerek yürürlüğe kondu.

                “İnsan Hakları” denince nedense aklıma hakkını alamayan, acımasızca bazı güçler tarafından ezilip yok olan zavallı insanlar gelir.  Bir diğer deyişle, hayatları yokluklar, savaşlar ve mağduriyetlerle geçen insanları korumaya yönelik çok önemli bir beyannamedir “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi”.

                Haklıyı korumak adına düzenlenen bu Beyannameyi iyi okumak ve okutmak lazım.

                Ta 1948’lerden 2018-19’lara kadar uzanan bu “insanlık” belgesinin yolculuğudur önemli olan.  Bazı önemli kuruluşlar ve organlar, “Biz dünyada insanların haklarının korunması için varız” derler de, gerçek anlamda mağdurun veya hakkı yenenin haklılığını teslim etmedikleri gibi, haksızı da ödüllendirirler.

                Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi”nin kabul edilişinin 70’nci yılı münasebeti ile New York’ta katıldığı Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda çok önemli hususlara parmak bastı.  Bakınız Erdoğan buna yönelik ne demiş...

                “İnsanı, Rabbimizin halk ettiği o büyük alemin bir parçası olarak kabul ettiğimizde, tüm mesele çözülmektedir.  İnsanı sevmeyen ve onun haklarına saygı duymayan, tabiatı da sevemez. Tabiattaki diğer varlıkların haklarına da saygı duyamaz.”

                Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın anlatmak istediği gerçek, doğayı ve insanı sevmeyen, dünyada kimseyi sevemez.

                Mesela Suriye’den kaçan yüzbinlerce, hatta milyonlarca göçmenin Türkiye topraklarında barınmaları, karınlarını doyurmaları ve Türk insanının misfirperverliğini görüp yaşaması bir insanlık örneğidir.

                O zor günleri bir hatırlayın bakalım.  Türkiye Suriyeli göçmenlere kucak açarken, batı dünyasının o atıp tutan efendileri, bu göçmenlere kapılarını kapatmışlardır.  Çok yoktur... Bundan birkaç gün önce Yunanistan’daki göçmenleri çırılçıplak edip bir güzel dövdüler ve onları Türkiye’ye gönderdiler.  Adeta Türkiye bütün dünyadaki zavallı ve mağdur insanların bir huzurevi gibi oldu.

                Gelelim Kıbrıs’a...

                21 Aralık 1963 olaylarında Kıbrıs Türkleri’nin yaşadıkları hala daha tarihin sayfalarında yer almaktadır.  Rumların “ENOSİS” hayalleri için gerçekleştirmiş oldukları soykırım operasyonuna direnişimiz, var olmak için sabahlara kadar silah başında nöbet tutuşumuz, kum torbaları ve varillerden oluşan barikat ve mevzilerimiz, biz Türklerin çok büyük mağduriyetlerini gösteriyordu.  Tam 103 Türk köyü kendi evinden, toprağından, bağından, mağazalarından ve tüm gelir kaynaklarından mağdur olup  göç etmişler ve en yakın Türk köyüne sığınmışlardır.

                Bir göçmen ve o günleri yaşayan bir birey olarak bu yazıları kağıda dökerken, biz göçmenlerin ne sesini, ne de soluğunu duydu BM İnsan Haklrı Evrenselliği içindeki büyük güçler.

                O günler gerçekten zor günlerdi.  1964’te kurulan Genel Komite toplantıları hep çıkış yolları arıyordu.  Toplantı olmadığı günlede salonda Osman Örek, Cemal Müftüzade, Semih Sait Umar ve daha niceleri başbaşa verip, Avrupa İnsan Haklarına raporlar ve protesto yazıları hazırlayıp zamanın Cumhurbaşkan Muavini Ulusal Lider Dr. Fazıl Küçük’e imzalatıp gönderirlerdi.

                Bu yazılardan kaç tane yazmışlar... Kaç büyükelçiye ve kaç BM Kıbrıs Temsilcisine bunları anlatmış ve mağdur olan zavallı göçmenlerin acılarına törcüman olmuş Dr. Küçük...  Ama gönderilenler hep çöpe atıldı.

                Eş ve oğullarının canlı veya cansız bedenlerini kaç yıl aradı durdu zavallı “Kayıp” eş ve çocukları.  Sokaklardan alınıp götürülen ve bir kere daha izine rastlanmayan bu kardeşlerimizin durumu tam bir dramdır.  Nitekim tam 45-50 yıl sonra o kayıpların kemikleri toprağın altından çıkmaya başladı.

                Taşkentten alınıp götürülen ve katledilen seksen civrındaki Türklerin katli ile ilgili Rum eski dışişleri bakanı Markulli’nin sözleri de hala kulaklardadır.  Markulli ne demişti?

                “Biz Rumların yapmış oldukları bu katliamlar tam bir insanlık dramıdır ve bu katul edilemez.”

                Yine Rum eski İçişleri Bakanı Papapetrou da insan hakları konusunda şöyle bir ifade kullanmıştı.

                “Biz durmadan insan haklarından söz ederiz ama, unutmayalım ki Türkleri tam on bir yıl gettolarda yaşamaya mahkum etmiştik.”

                Boşuna söylememişler...

                “Türk’ün dostu sadece Türktür” diye.

                Kısacası önemli olan insan olmak, insana ve insan haklarına saygılı olmaktır.