Sizi bilmem ama şu koronavirüs belası, insanları özlemlerle buluşturdu.  Hem özlemlerle, hem de korkularla...

            Nedense birden aklıma geldi İstanbul...  Nerdeyse bir şiir yazasım geldi, Boğazın martılarını görünce.  Bazı televizyon haber veya aktualite programlarının fonuna canlı olarak İstanbul’un güzelliklerini oturturlar.  O haberleri mi, yoksa aktualite kahramanlarını mı izleyelim, bilemeyiz.

            Şöyle kendimce bir hesap yaptım...

            “istanbul’a gitmeyeli ne kadar oldu?  On yıl oldu mu?”

            Galiba oldu...

            Eskiden oğlum Dr. Mustafa Güvenir İstanbul’da eğitim görürken senede üç beş defa giderdik eşimle.  Bakanlıktaki görevlerim icabı İstanbul’a gidişlerim de oluyordu.  Veya gazeteci kimliğimle bir etkinlik...

            Anımsadığım kadarı ile en son gazeteci dostum Ahmet Tolgay’la gitmiştik devlet davetlisi olarak İstanbul’a, Kitap Fuarı için.  Bazı şeyleri unutuyorum galiba.  Kıbrıs Türk Basın Konseyi’nin İstanbul toplantısı da var... Mevsim kıştı.  Ara ara karlar serpiştiriyordu.  Boğazın griliği sanki yüzümüze çarpıyordu.

            Tabii ki bizim İstanbul’a gidişimizde en çok etkilendiğim şey, İstanbul’un demografik, sosyal ve kültürel yapısını bozan Suriye göçmenleriydi.  En son askeri operasyonla o Suriyeli göçmenlerin büyük bir kısmının kendi topraklarına döndüklerini sanıyorum.

            Her ne ise...

            Suriye göçmenlerinin bizleri ne kadar etkiledikerini ve içimizde ne kadar sızı duyduğumuzu anlatamam.  Bir avuç yavrusu ile sokaklarda dilenen genç insanlar, avuçları devamlı gelen geçene açık zavallılar.

            Hemen hemen her ülkede fakir ve ekonomik durumu kötü insanlar vardır.  Ama o boyutta bir İstanbul hiç olmadı, kendimi bildim bileli.

Şayet Avrupa’ya gitmişseniz, sokaklardaki sokak şarkıcılarını ve müzisyenlerini de görmüşsünüzdür.  Bazen de İstiklal Caddesi’nde rastlardık sokak şarkıcılarına, millattan önce ve milattan sonra.  Yani koronavirüsten önce ve sonra...

            Sokak şarkıcılarının gelene geçene müzik yapması, önlerine koydukları gümüş para tası bir çeşit dilencilik değil mi?

            Bazen de sokak şarkıcısı gençler, şöhreti yakalamak ve keşfedilmek için bu işi yaparlar.  Esasında pek sokak şarkıcısının da ünlendiğini ve fenomen olduklarını gazetelerden okumuşuzdur.

            Mesela Fransızlar’ın ünlü şarkıcısı Edith Piaf’ın hayatı hayli ilginç ve acılarla doludur.

            İlk romanımı bastırmak için İstanbul’a gitmiştim.   Eskilerin babı-ali dedikleri kitapçılar semtine.  Her zamanki gibi bayağı İstanbul’un tadını çıkarmıştım...

            Mahmutpaşa yokuşu, Çağalönü, Karaköy iskelesi, Taksim Meydanı ve boğaz vapurları hala gözlerimin önündedir.

            O gezilerde ne zaman bir kitapçı görsem, hemen içeriye dalarım.  Saatlerce o kitapçılarda bir zaman tüketirim.  İşte o kitapçılardan birinde görmüştüm tuğla gibi Edith Piaf’ın kitabını.

            Öyle kitapları okumak biraz da yürek ve sabır ister.  Edith Piaf da bir sokak şarkıcıydı.  Hatta o kadar güzel bir sesi vardı ki, Fransızlar ona “Kaldırım Serçesi” adını takmışlardı. Esasında o ufak tefek kadın tam bir fahişeydi.  Sonra onu keşfettiklerinde plakları patlamıştı.  Sadece Fransa’da deği, pek çok ülkede.

            Şöhret olan ve bol para kazanan insanlar, o gençlik yıllarında kazandıkları paranın sonunun gelmeyeceğini sanırlar.  Yaşlandıklarında da hiçbir yatırım yapmamışlarsa sap gibi ortada kalırlar.

            Edith Piaf’ın en acı veren olayı neydi bilir misiniz?

            Ölen minicik yavrusunu gömmek için bir erkekle yatması ve aldığı para ile evladını defnetmesi.

            Ne kadar acı ve ne kadar dramatik değil mi?

            Her ne ise... Biz yine de İstanbul’a dönelim.  Gerçekten çok büyük bir özlem duyuyorum o güzel İstanbul’a.   Keşke diyorum eşime...  Keşke şu koronavirüs belası olmasa da kendimizi o güzel kentin sokaklarına ve kaldırımlarına atabilsek.  Keşke fıstık gibi dolu mağazalarından alış-veriş yapabilsek.

            İstanbul’da maskesiz veya ağız ağıza dolaşan insanların görüntülerini televizyonlardan görünce insanın İstanbul’u düşünmesi bile ürküntü veriyor.  İnsanlar korunmadıklarındandır ki, Türkiye’de her gün yüzlerce insan virüse bulaşıyor ve yüzlerce insan da ölüyor.

            Çocukluğu eski İstanbul sokaklarında ve çay bahçelerinde geçen bir dostumla eski istanbul’u anarken, onun anlattıkları bana daha bir anlamlı geliyor.

            Göksu ve Küçüksu’daki sandal sefaları, sandallara doluşan sazendeler ve o muhteşem kıyılarla martıların bitmeyen çığlıkları...  Gerçek İstanbul’u gerçek İstanbullulardan dinleyeceksiniz.  Veya Yahya Kemal’in şiirlerini okuyacaksınız.

            İşte İstanbul canım...  Özlemlerimizin de ötesinde, dünyayı mahveden virüs belasının mahkumu koca İstanbul...