En son haber, Ercan Havaalanının uluslararası uçuşlara açılması karşılığında Maraş’ın verilmesi önerisidir.  Tabii ki Rumlar, her zaman ifade ettiğimiz “domuzun kuyruğu düzelmez” bir pozisyonda bunu reddediyorlar.
Geçen gün yeni bir belgesel kitap çalışmam için eski gazeteleri karıştırıyordum.  Karıştırdığım gazeteler, 1978 dönemini içeriyordu.  O gazeteleri karıştırırken bir an için kendimi şu anda içinde bulunduğum zamanda zannettim.
Karıştırdığım eski gazetelerde Kıbrıs sorununda neler yazılmışsa ve Rumların uzlaşmazlığına yönelik gerçekler varsa, bugün de aynı gerçekler olduğunu gördüm.  Yani hayatımız Rumların uzlaşmazlığı üzerine bina mı ediliyor diye bir kez daha kafamdan geçirdim.
Belki eski gazetelerden daha da eski yılların belgelerini araştırsak, bugünkü ve o eski günkü gazeteler arasında hiçbir fark olmadığını göreceğiz Rumların uzlaşmazlığı açısından.
O eski gazeteler beni nedense hayli etkiledi ve biraz da asabileştim, yaşadıklarımız ve yaşayacaklarımız açısından.
Ve bir kez daha kendime şöyle dedim:
“Rumlarla bir elli yıl daha görüşme masasına otursak, kesinlikle bir netice çıkmaz, çünkü Rumlar Türklere tek bir saniyelik bile yaşama ve var olma hakkı vermiyorlar.”
Bu düşüncelerle kendi gerçeklerimizdeki kalıcılığın ve büyümenin resmini çekip Rumların ve bütün kamuoyunun önüne koymak istedim.
Yani...  Artık karşımızdaki “düşmandan” medet ummayalım ve geleceğe yelken açalım diyorum.  Zaten 1974’ten beri yelkenimiz o rüzgarla dolup, gemimiz yol almıyor mu?
Yine kendi gerçeklerimizle buluşup, kendi içimizdeki olumsuzlukları eleştirirken bile, temele bakmak lazım.  Temel nedir?
Güçlü bir adalet sistemimiz var mı?
Vardır.
Güçlü bir polis teşkilatımız var mı?
O da vardır.
Bütün kurumları ile bir devlet var mı?  Var!
Bugün ülkedeki üniversitelerimizin sayısını artık sayamaz olduk.  Bu da bize gurur veriyor.  Tabii ki kültürel ve yaşam kalitemiz açısından kalıcılığa ve büyümeye büyük bir maya oluşturuyor üniversitelerimiz.
Sanayi tesislerimiz, devlet ve özel televizyon ve yayın organları da bizim kalıcılığımızla büyümemizin gerçekleri değil mi? O da bizim gerçeklerimiz.
Çift şeritli doğu-batı, kuzey-güney yollarımız da bizim büyüme ve kalıcılığımızın da gerçekleri değil mi?
Türkiye’den gelen su da bizim gurur kaynağımız değil mi?
1974’te otelciliğin ve turizmin ne olduğunu bilmiyorduk.  Bilmeyişimiz Rumların ambargolarındandı.
1974’le beraber bu alanda da söz sahibi olduk ve dünya ülkelerinden turist çekebiliyoruz. Bunlar da bizim kalıcılığımızın fotoğrafına dahildirler.
2003’te kapılar Rumlara açıldığında bazı şeyleri hatırlatmam ve kendi gerçeklerimizle Rumların bize bakış açısını da bu fotoğrafa koymam gerekir.
Hele bir o günü hatırlayın...  Bakanlar Kurulu bazı kapılarımızın Rumlara açılması yönünde karar aldığında Ledra Palace sınırına iki tane kulübe kurulmuştu.  Birisi güneyden kuzeye geçecek Rumları kontrol etmek için Türk polislerinin kulübesi, diğeri de güneye geçecek Türkleri kontrol edecek Rum polisinin kulübesi.
Nedense Türkler akın etmemişlerdi ille de hemen güneye geçip bıraktıkları evlerini ve yaşadıkları mekanları, hatta hatıralarını anımsatacak yolları görmek için.  
Türkler neden pek hevesli olmadılar güneye geçmek için?  Hevesli olmadılar, çünkü Tam on bir yıl Rumlardan çekmedikleri kalmadı.  Nice insan yakınlarını ölüm çukurlarında kaybetti.  Türkleri güneye geçişteki gönülsüzlüğü, Rumlara karşı duydukları öfke ve nefrettendi. Tabii ki yıllar önce kaybolan yakınlarının kemikleri de elli yıl sonra kendilerine dönünce bir başka nefretle doluyorlardı.
Ama Rumlar kuzeye geçmek ve 1963’ten beri görmedikleri bazı Türk bölgelerini görmek için adeta sınırda kavga ediyorlardı.  Tabii ki 1974’te evlerini terkedenlerdi en fazla kuzeye geçmeyi isteyen.
Bir taksici bana şöyle demişti:
“Bugün güneyden gelen zengin bir Rumu arabama aldım, eski evini görmek için.  Adamın kuzeye gelişinin ikinci seferiymiş.  Adam bana ne dedi bilir misiniz?”
“Ne dedi?” diye sorduğumda o taksici bana çok ilginç birşey söyledi.
“O Rum bana, ‘İnanır mısınız?  Güneyden kuzeye geçtiğimde şoke oldum.  Sizin çok fakir, köhne kulübelerde perişan, aç ve sefil yaşadığınızı sanıyorduk.  Daha doğrusu liderlerimiz bizi yıllarca kandırdılar Türkler çok fakirdir diye.  Ama görüyorum ki sizin bizden hiç farkınız yok.  O kadar zenginsiniz ki, bütün yollar mercedes özel arabalarla dolu.  Buna ilaveten yüzme havuzlu evler, sahillerde turistik tesisler ve devasa binalar, sayani bölgeleri ve bütün devlet organları.’  O Rumun gözleri dolmuştu.  Ben de kendisine şunu söyledim.  ‘Siz bizi yok etmek için silaha sarıldınız ve yıllarca ezdiniz.  Ama sağ olsun Anavatan Türkiye’miz bize hayat verdi ve en son da 1974’te bize özgürlüğümüzü vererek bizi kurtardı’ dediğimde, o Rum en son bana şöyle dedi:  ‘Türkiye sadece sizi değil, bizi de kendi katillerimizin elinden kurtardı giriye’ dedi.”
Bunu neden anlatıyorum?
Anlatıyorum, çünkü artık geriye değil, ileriye bakmamız ve geleceğimizi daha bir dinamik yapı içinde kurmamız lazım.  Devlet olmanın erki içinde, Rumlardan hiçbir idari, siyasi, kültürel ve ekonomik açıdan farkımız olmadığını bilmemiz gerek. O kalkınma hızı içinde var olduğumuzu, bu yazımla göstermeye çalışıyorum, bilip de bilmez görünenlere.
Hatta  gidip de TC Büyükelçiliği önünde “Bağımsız Kıbrıs” pankartları açan rezillere anlatmak için yazıyorum.
Daha ne?
İşte bütün bunlar bizim büyümemizin ve kalıcılığımızın resmi değil mi?