Sizi bilmem ama “umut” kelimesini ben şahsen çok severim.  İnsanların psikolojilerini düzeltmesine ve hayata pozitif bakmalarını sağlar “umut”.

                Bazen şu bizim Sarayönü’ne çeşitli televizyon ve gazetlerden muhabirler gelir ve herkesle mülakat yapıp, “Kıbrıs gelişmeleri hakkındaki düşünceleriniz nedir?  Umutlu musunuz?” sorusunu sorarlar.

                Çoğu zaman o muhabirler beni de yakalarlar.  Ben de birikimlerimle onlara kafamdakileri pat diye söyleyiveririm.

                Evvelki gün yine bir televizyondan bir muhabir ve bir kameraman gelip benimle kısa bir söyleşi yapmıştı.  Onlara ne kadar, “Ben gazeteciyim, gidin halkın içinden başka insanlar seçin” desem de ellerinden kurtulamadım maalesef.

                Evet!  Bana sordukları soru, “Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı’nın New York temaslarını nasıl buluyorsunuz?  Gelecekten umutlu musunuz?”du.

                Esasında olgun çağa gelmiş bizim gibi insanlar, Kıbrıs Türkü’nün ulusal mücadelesinde bir hamur olmuş, göçü yaşamış, katliamları görmüş, Rumların acımasızlıklarını ve zamana oynayışlarını gördüler.

                Bana sorulan sorunun yanıtı, maalesef “umutsuzum” şeklindeydi.  “Umut” kelimeciğini ne kadar seversem seveyim, 1968’den beri süregelen ikili görüşmelere tanık olan bir toplum bireyi olarak, çözüm konusunda bir arpa boyu ilerlemediğimizi söyleyebilirim.

                “Arpa boyu ilerlemek veya ilerlememek ne demektir?”

                Hangi siyasetçi Kıbrıs konusunda bir arpa boyu yol aldık diyebilir ki...

                Esas mesele, karşı tarafın bu adayı ve bütün hakları paylaşma niyeti olmamasındadır.  O paylaşımı içine sindiremeyen şu efendiler, bir gün gelecek şu Akdeniz petrolu ve gazını bizimle paylaşmaktan kaçamayacaklar.  Ama ne zaman?

                O zaman, bence Rumların son çılgınlıkları gerçekleşince.  Tıpkı ENOSİS için Makarios’a düzenlenen darbe sonrasında Türkiye’nin 20 Temmuz sabahı attığı tokat gibi.

                Her zaman vurgu yaptığım birşey vardır.  Rumlar kendi egoları içinde boğulurken, kendilerinin de kaybettiklerinin farkında değiller.

                Anlaşmalarda siyasal eşitliği kabul etmeyen, dönüşümlü başkanlığa evet demeyen, Kıbrıs Türklerine şu veya bu şekilde uyguladıkları ambargolara devam eden bir sadist güruh var kaşımızda.

                Tamı tamına 51 yıldık görüşüyoruz...  Her toplantıda da gelmiş geçmiş Birleşmiş Milletler Genel Sekreterlerinin, görüşmecilerin ellerini birleştirdiklerini ama sonuca vardıklarını göremedik.

                Şimdi BM Genel Kurulu’nda Kıbrıs konusu da görüşülecek.  Biz Kıbrıs Türkü olarak o genel kurulda maalesef konuşamıyoruz ama Türkiye Cumhuriyetinin Cumhubaşkanı Recep tayyip Erdoğan, Türkiye’yi temsilen bir konuşma yapacak.  Ben şahsen şuna inanıyorum.

                Kesinlikle Cumhurbaşkanı Erdoğan, Kıbrıs konusundaki doğruları ve yanlışları orada bütün delegasyonların suratlarına haykıracak. 

                Yenen haklarımızı, Kıbrıs görüşmelerinde Rumların uzlaşmazlığı, Doğu Akdeniz’deki petrol ve doğal gaz paylaşımını ve yıllardan beri yenen Türk haklarını.

                Sayın Erdoğan Kıbrıs sorununun çözümünden umutlu mu?

                Veya Sayın Mustafa Akıncı umutlu mu?

                Bence her ikisi de umutsuzdur. 

Lakin siyasi etik gereği kaçamadıkları gerçeklerle yüzleştiklerinden ve dünya siyaset sahnesinde konuşmak zorunda olduklarından “umutlarını” yine boşluğa veya yüksek bir duvara asıyorlar.  Yani geleceğin kesinlikle çözüm açısından herhangi bir umutla buluşması diye bir şeyin söz konusu olmadığını veya olmayacağını bilerek.

                Bu bir eleştiri değil, gerçek fikirlerdir.  O nedenle bizim kendi yolumuza devam etmemiş ve umutlarımızı yitirmememiz gerekir.

                Kendi yolumuza neden devam edelim?

                Rumlar bizi Kıbrıs Cumhuriyeti’nden fırlatıp attıklarında elimizde hiçbir şeyimiz kalmamıştı.  Umutsuzduk ama Umutlarımızı yitirmemiştik.  Çünkü onbir yıl gettolarda yaşayarak, Anavatan Türkiye sayesinde geleceğe umutla baktık.

                Ya şimdi...

                Yani 1974’ten sonra kendi devletimizin topraklarında ve kendi bayrağımız altında sürdürdüğümüz özgür bir hayat ve daha da ötesi var.

                Kapılar açıldığında Rumlar hayretler içinde kalmışlardı kuzeye geçtiklerinde.  Çünkü onlar bize reva gördükleri bir hayat içinde ve zerzebil bulacaklarını tahmin etmişlerdi.

                Yollardaki lüks arabalarımız, yüzme havuzlu villalarımız, otellerimiz, sanayi bölgelerimiz, tatil köylerimiz , üniversitelerimiz ve daha da nice olanaklarımız.

                Şu anda herhangi bir Kıbrıs Türkü’ne “Çözüm ister misiniz?” sorusunu sorsanız, size, “Elbette isteriz.  Ama onurlu bir çözüm.  Türkiye’nin etkin garantisinde, eşiltik ilkeleri içinde insan gibi yaşayabileceğimiz bir çözüm” diyecektir.

                O halde New York’tan birşeyin çıkmayacağına parmağımızı basarak, kendi geçeklerimizle geleceğe umutla bakmamızın şart olacağını ifade edebilirim.

                Yani bir diğer deyişle,  1963’ten 1974’e kadar olan olumsuz hayatımızla, 1974’ten bugüne kadar olan hayatımızı kıyasladığımızde kendimize ne büyük bir dünya kurmuşuz, o dünyanın yollarına serpilen umutlar gibi.

                Kısacası...

                Rumlar istedikleri kadar olumsuzluklarını ve çözümsüzlüklerini sürdürsünler, bizler devasa adımlarla geleceğe daha bir umutla bakmaya devam ediyoruz ve edeceğiz de...

                Umut yani...