Belki zamanı biraz geç oldu ama, yine de böyle anlamlı bir nostalji günü üzerine birşeyler yazmaya değer.
           
Her yıl ananevi hale gelen “Limasolluların Kutlama Günü” ilk kez 2012 yılında kutlandı.  Bu işi organize edenler veya bu işe baş koyanları kutlamak lazım.  Çünkü savaş sonrasında bütün Limasolluların da, diğer ada Türkleri gibi bölük pörçük farklı bölgelere yerleşmek suretiyle tüm anılarından ve tüm dostlarından koptuklarını biliyoruz.  Lakin yine de Limasollular, diğer göçmenlere kıyasla daha bir şanslıdırlar, çünkü Limasol Türklerinin büyük bir çoğunluğu Girne ve bölgesine yerleşmiştirler.
           
Bu amaçla Limasollular “Leymosun Kültür Vakfı”nı kurmak üzere “Ben Leymosunluyum Komitesi”ni kurarak kolları sıvamışlar.  Bu yıl üçüncüsü düzenlenen “Leymosunluların buluşma” etkinlikleri tamı tamına 9 otubüsle Leymosun sokaklarında  hayat buldu.  Tabii ki bu buluşma, bir yerde anılarla buluşma anlamındadır.
           
Eski insanlar “Limasol”a “Leymosun” derler.  Esasında her ikisi de kullanılır günlük yaşantımızda.  Rumlar “Lemesos” derler.  İngilizler ise “Limassol” derler.  Ne fark eder?  Ha Leymosun, ha Limasol.  Her ikisi de tarihin ta derinliklerinden gelen bir kenti çağrıştırmaz mı?
           
Limasolluların bu nostalji gününün derinliklerine indiğimde biraz da empati yapmak istedim esasında bu yazımı kaleme alırken.  Uzun zamandan beri ha bugün, ha yarın yazacağım bu yazıyı derken, bugüne kısmet olmuş bu konuda birşeyler karalamak.
           
“Nostalji” ile “Empati” bende güçlü bir yakın çağrışımı yarattı.  “Nostalji” geçmişi yaşamak adına empati yaparak anılarla buluşmadır esasında.  Bizzat o acıları ve o göçü yaşayan, bütün anılarından ve yakınlarından kopan insanların yaşaması başka, kendini onların yerine koyarak onların geçmişini yaşamak ve düşünmek başkadır. Yani olayı farklı bir duygu ile anlatmak.
           
20 Temmuz 1974 sabahını ve savaş sendromunu yaşayan bütün Limasolluların psikolojik durumları geliyor aklıma.  Bütün Türklerin Ağustos sıcağında stadyuma esir olarak tıkılmalarını ve açlıkla sefalet arasında, hatta ölümle yaşamak arasında geçen zamanlarını düşündüm.  İnsanların canlarını kurtarmak için gizli yollardan büyük paralar ödeyerek kuzeye geçişlerini, ailelerinden haber alamayışlarını, hayatta kalabilme adına ödedikleri ağır bedelleri düşündüm.
           
Hiç insan doğup büyüdüğü yerleri ve bütün anılarını kurşunların ve ölüm korkularından bırakıp gider mi? Gider dostum gider.  Hem de arkasına bakmadan gider daha özgür ve daha güvenli bölgelerde geleceğe yelken açmak için.
           
Bir zamanlar Dr. Küçük’le köy gezilerine gitmiştik 1968 yılında.  Seri köy gezileriydi o günler.  Agora Meyhanesi’nde bize bir yemek vermişti o bölgenin büyükleri ve ileri gelenleri.  Hatta Limasol Sancaktarı ile Dr. Küçük’ün içki masasındaki güçlü çatışmalarına tanık olmuştuk.  Benim karşımda rahmetlik Ziya Rızkı, yanımda da rahmetlik Ramadan Cemil oturuyordu.  Öyle bir yaz gecesinde o günlerde ve daha önceki zorlukları konuşuyorduk.  Rahmetlik Dr. Küçük zil zurna sarhoş olmuştu.  İnadına Sancaktar’la votka içmişlerdi hatta.  Sonrası malum... Dr. Küçük’ü bir küfe gibi siyah şervolesinin arka koltuğuna yatırmıştık giderken.
           
İşte o günleri düşünürken Leymosunluların Leymosun sokaklarında dolaşmaları ile o unutulmaz anıyı düşündüm.  Bunları düşünürken, gerek Ziya Rızkı’nın, gerekse Ramadan Cemil’in onların kulaklarına fısıltı halindeki “hoş geldiniz” sözleri vardı sanki de o sokaklarda.  Veya bir yankı olarak “Buraya nasıl gelebildiniz bunca savaşlardan bunca yaşanmışlıklardan sonra?” dercesine bir gidişin fısıltıydı belki de o an.
           
Ne tuhaf değil mi?  Tarihten ders almak veya alamamak adına birşeyleri kaşırsınız da,  İkinci Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat’a ELAM’ın saldırısından sonra 9 otobüs insanın oralara gitmesi de hayli düşündürücü ve tedirginlik vericiydi esasında. 
           
Kimse bana “köprülerin altından çok sular aktı gitti” demesin.  Çünkü hala yaratılmak istenen “yapay dostuluklar” kalıcı olamıyor maalesef.
           
Ben tek bir Türkün adada barış istemediğini tahayyül edemiyorum.  Geçmiş günleri olmamış sayarak yeni bir sayfa açmak istemediğini de düşünemiyorum.  Lakin gerçekler de silinemiyor insanların hayatından.
           
İşte o anlamda Leymosunluların nostaljik gezisini değerlendirirken, içimdeki burulmayı da yüreğimde hissederek

“Keşke savaşmasaydık”
derken, “keşke Rumlar bu adaya sahip olma hayallerini kamçılamasalar ve bunca insan evinden, yurdundan ve tüm malları ile anılarından yoksun kalmasaydı” diyorum.
           
Lakin yine de güzel olsa gerek anılarla buluşmak...