Galiba bugüne kadar hiç dini yazı yazmadım.  Veya yazmışsam bayramlar, dostluklar ve yardımseverlik üzerine yazmışımdır.  Bazen çok değerli dostum Oğuz Metiner’in köşe yazılarını okurken, onun çağdaş bir din anlayışı içinde din hakkındaki düşüncelerini kağıda döktüğünü düşünüyorum.
Gerçekte “insan ve din” kavramlarının analizini ve etkileşimlerini ele alacak olursak, herhalde o büyük denizde, hani Araplar’ın “Umman” dedikleri deryada kayboluruz.
İlerleyen yaşımızla aynaya baktığımızda ve Ramazan ayında ezanlar minarelerden okunmaya başladığında hep çocukluk anılarım gelir aklıma.  
İlkokulda bize din dersi veren, Fatiha suresiyle, Nas Suresi ve dahalarını öğreten Ali Faik isimli sarıklı cüppeli bir hocamız vardı.  Bize önce abdest almayı, sonra da namaz kılmayı öğretmişti. Bununla beraber, en önemli sureleri de ezberletir ve bizi sınava tabi tutardı.
Bizim Haydarpaşa İlkokulu, İngiliz mimarisinde yapılan şahane, taş bir binadır.  Bütün odaları da ahşap malzeme ile döşenmiştir.  Din dersi sınavı başladığında bizleri teker teker ayağa kaldırır, önce Fatiha Suresi’ni okutur ve bize “Namazı anlat evladım” derdi.  Sonra da karatahtanın önüne çıkartıp, “Kıl şu namazı şu ahşap döşemenin üzerinde” derdi.
Hatırlarım dizlerimiz acırdı o namazı kılarken.  Din dersinde bütün mesele iyi bir ezberci olmaktı.  Şayet sureleri ezberleşmişsen ve dersine çalışmışsan, Ali Faik Hoca’nın çırpısını yemekten kurtulurdun.
Hemen hemen her Cuma günü çocukları sıraya dizerler ve bizi Selimiye Camii’nin Cuma namazına götürürlerdi.  Hani “Çoklukta ölüm bile tatlıdır” derler ya...  Öyle bir karınca gibi sıralanıp camiye gitmek, abdestimizi alıp, caminin o köhne ve küf kokan halıları üzerinde namaz kılmak, namaz kılarken de önünüzdeki sırada yer alan çocukların ayak kokusuna katlanmak hayli ilginçti.
Aradan yıllar geçince kendimi tartıyorum din bilgisi açısından...
“Ne öğrenmişsek din hakkında, Ali Faik Hoca zamanında öğrendik ve onlar kaldı yanımıza” derim.
O gençlik yıllarımızda da ailece oruç tutar, ailece sofraya oturur ve iftar topunun atılmasını beklerdik.  Çocuk halimizle bile oruç tuttuğumuzu anımsarım. 
O süreçte insan hep vicdan muhasebesi yapar ve kendisi ile hesaplaşır esasında.  Yaptığımız duaların anlamını ve gelecek arayışlarımızı hep hatırlarım...
Artık yetişkin bir insan olduğumuzda mücahitlik yılları girmişti hayatımıza.  1963 olayları başladığında ve özellikle o yokluk ve getto hayatımızda daha bir arzu duyuyor insan Allah’a sığınmak için.  Gecenin zifiri karanlığında sessizliğin ve yağmurların altında nöbet beklerken, karşıdaki düşman mevzilerini kollarken, hep Allah’la baş başa kalırsınız esasında.
Savaş yılları mı?  Savaşta ise daha bir yürek duaları başlar insanın dudaklarında. “Allahım bizi düşman kurşunundan koru” dersiniz.
O mücahit yıllarımızda gece nöbete girmek, gündüz oruç tutmak ve kendi askeri birliğinle teravi namazına girmek gerçekten müthiş zevkliydi.
O dönemin Bayraktarı rahmetlik Kenan Coygun Paşa, mutlaka her Ramazanda orucunu tutar, gece de teravi namazına giderdi.  Biz mücahitler solmuş halılarda namazımızı kılarken, Bayraktar’ın bizleri yüksek yerden, “tarassut kulesinden izler gibi” bizi izlediğini hissederdik.
Arkadaşlar şöyle derlerdi:
“Bakınız komutan birlikleri kontrol ediyor.  Kim oruç tutar, kim teravi namazına gelir tespit eder, ertesi gün de dinine sadık kalmayanlara fırçayı çeker.”
Esasında Kenan Paşa’nın bu konuda herhangi bir mücahide empozede   bulunduğunu söyleyemem.  Sadece telkinlerde bulunurdu.  
“Bir savaşçı, kendi dininin vecibelerini de yerine getirmeli, ölüm kalım savaşında muzaffer olmalarını Allah’tan dilemelidir” derdi.
Dinlerin kıyaslamaları her zaman yapılırdı.  Özellikle Hristiyanlıkla Müslümanlık arasındaki farklılıkları hep kafamızdan geçirirdik.
Yine çocukluğumuza döndüğümüzde, Lefkoşa’nın Ayluka Kilisesi’ndeki ayinleri kapı dışından izlerdik.  Ayini her zaman göbekli, uzun sakallı ve göbeğine kadar sarkan kocaman haçlı bir papaz yapardı.  Ayin başladı mı, kiliseye dolan halk, teker teker ikonların önünden geçerken ikonları öperler, sonra papazını elini ve boynundaki haçı öperlerdi.
O ikonlara kaç kişinin leş gibi ağzı ve dudakları değmiştir?  O ikonları insanlar yapmadılar mı?  Özellikle Hristiyanlıkta,  hayali erenler yaratılmıştır. Kutsal sular ve kutsal tepeler filan...
Gerçekte en temiz ve en anlamlı din, bizim Müslümanlık dinidir.  Müslümanlığın kabul gördüğü ve yayılmaya başladığı zamanlarla şimdiki zamanlar arasında farklılıklar olsa da,  dini vecibelerin yerine getirilmesinin temelinde beden ve iç temizliği vardır.
Biz Kıbrıs Türkleri hiçbir zaman yobaz olmadık.  Ama çağdaş din anlayışımızla dinimize saygıyı gösterdik ve yettiği kadar dini görevlerimizi de yerine getirdik.
Geçenlerde çok değer verdiğim bir arkadaşımla buluştuğumuzda sağlık sorunlarımızı konuşuyorduk.  Bana “Nasılsın Osman Bey kardeşim, sağlığın nasıldır” diye sorduğunda, ben de kendisine “Nasıl olacak, bel fıtığı beni mahvediyor” demişti.
Benim bu sözüm üzerine bana aynen şöyle demişti o dostum:
“Bak sana özel birşey anlatayım...  Bir zamanlar benim de çok ciddi bel fıtığı rahatsızlığım, diz ve omuz sızılarım vardı.  Lakin şimdi her Cuma namazına gitmeyi adet ahline getirince, ne bel fıtığı kaldı, ne diz sızıları.  Sana kuvvetle Cuma namazını tavsiye ederim.”
Genelde beş vakit namazında niyazında olan insanları inceleyiniz, tümünün de zayıf ve hareketli olduklarını, hatta bizden daha sağlıklı olduklarını göreceksiniz.  
Abdest almak temizliğin şartıdır.  Namaz da, şimdilerde bu işin yüksek tahsilini yapan nice fizyoterapistlerin türlü aletlerle insanları sağlıklarına kavuşturma işlevleri, beş vakit namaz kılan insanların sağlığına denk gelmiyor.  Yani namaz kılmak, doğal bir jimnastik meselesidir.
Yine de müslümanlığımızla iftihar eder ve sırası gelince de Allah’ımıza şükrederiz, bunca acılara rağmen bize mutlu günler ve esenlikler verdiği için.
Nice hayırlı Ramazanlara...